PEMBE BİSİKLET- MUTLULUK

2. BÖLÜM

Bir gün yine Mert ve Elif ile bisiklet yarışı yaparken, yolun kenarında, üstünde eskimekten rengi solmuş, hatta kokuşmuş görünüşüyle içimi ürperten küçük bir kız çocuğu gördüm. Ben
onu yeni fark etmiştim ama o yaz boyu hep bizi izlermiş meğer. Ürpersem de bize olan
bakışlarının nedenini öğrenmek için yanına gittim. Sorularıma cevap dahi vermedi, ne kadar
ısrar etsem de ağzından tek bir söz dahi çıkmadı. En son bisikletime olan bakışlarını fark
ettim ve “bisiklete binmek ister misin?” diye sordum. Bir anda o kasvetli yüzün yerini tatlı bir
tebessüm aldı. O gülünce ben de mutlu oldum ve tüm gün beraber oyunlar oynayıp bisiklet
sürdük. Ama o hâlâ hiç konuşmuyor adını dahi söylemiyordu. Ben de zamanla açılır
düşüncesiyle üstüne gitmeyi bıraktım.
Akşam olunca olanları anneme anlattım, bana “aferin kızım, insanlara böyle davranman
çok güzel…” dedi ve konuyu kapattı. Bir dahaki gün yine annemle babamı konuşurken
istemeden dinlemiş bulundum. Mahalleye yeni taşınan fakir bir aileden bahsediyorlardı. Onlara mutlaka yardım edilmeliydi ve bir an evvel harekete geçilmeliydi. Bu kişilerin kim olduğunu önce anlayamadım. Dışarı çıkınca ismini bile öğrenemediğim o arkadaşımın
ağlayarak babasından bisiklet istediğini gördüm. Bir ağacın arkasına gizlenerek onları
izledim, kız ağlıyor, babası da “tamam kızım” diyordu. Ama “tamam kızım” derken o da
ağlıyordu. Nedenini anlayamadım ve yine anneme gidip durumu etraflıca anlattım. O da
onların çok fakir olduğunu, muhtemelen babasının bisiklet alacak kadar parası olmadığı için
ağladığını söyledi. O sıra annemin yüzüne baktım ve annemin her daim gülen o güzel
gözlerinde bir acıma ve hüzün hissettim aynı hüzün bana da geçmişti. Hiç bir şey
söylemeden uzaklaştım oradan.




Günler boyunca hiç dışarı çıkmadım ve hep o isimsiz arkadaşımı düşündüm. Tuhaf bir
kızdı ama onu çok sevmiştim, onun mutlu olması için bir şey yapmak istiyordum. Elimden ne
gelirdi bilmiyordum. Çok düşündüm ve sonunda buldum. Elime hemen bir bez alıp bisikletimi
tepeden tırnağa temizledim ve ilk günkü gibi süsleyip bir de kırmızı bir kurdele taktım. Sonra
da o fakir ailenin kapısına bıraktım. İçimde hem kocaman bir hüzün hem de içime sığmayan
koca bir mutluluk vardı. Aynı anda böylesine zıt iki duyguyu nasıl barındırıyordum içimde
bilmiyordum ama tam bisikleti bırakmış çıkacakken arkadaşım açtı kapıyı. Bir bana, bir
bisiklete baktı şaşkın gözlerle. Tek kelime etmeden durumu anlayıp boynuma atladı. Onun
gözlerindeki o sevinci görünce, içimdeki o hüzün de mutluluğa dönüştü. Ve sonunda artık
hissettiğim tek şey mutluluk oldu.

REYHAN SULAMIŞ

SESSİZLİK DEPREMİ

Bir masal kitabında karşılaştım hayatın gerçeğiyle;
“Birine verilebilecek en büyük ceza ona yokmuş gibi davranmaktır”.
Diyordu.

Siz hiç sizi yok sayan birini kendinizde var ettiniz mi?
Ya da sizi yok sayarak cezalandıran birini körü körüne severek ödüllendirdiniz mi?

Yıllar önce çok büyük hatalar yapmıştı, kabul ediyor ve yürekten yaşıyordu pişmanlığını.
Ama aklı;
“Yetti artık çektiğim ceza, artık affa müstahak olmam gerekmez mi”?
diye muhalefet ediyordu yüreğine.
Neden bu ceza?
Neden bu sessiz öfke? Diye diye bastırıyordu yüreğinin sesini.

Ama anladığı bir şey vardı artık.
“Ben kötü biri değilim.”
deyip duruyordu mütemadiyen. Evet yanlış yaptım, hata yaptım, çok üzdüm onu ama ben bunların hiçbirini bilinçli olarak yapmadım, olanların bu denli canını yakacağını, ona zarar vereceğini hesap edemedim. Yaşadıklarım öylesine ağır ve yıkıcıydı ki; yaptıklarımın sonucunu düşünmek bir yana, yaptıklarıma dahi bir anlam bulamıyordum.
“Ama pişmanım, vallahi çok pişmanım.” deyip kendi kendini haklı çıkarmaya, vicdanını temizlemeye çalışıyordu.
Tam da bu yüzden
“kötü değilim” işte dedi ve ekledi.
Ama O..
O gerçek bir kötü.
Çünkü biliyor ve farkında.
Hiç bir şey yapmamakla çok şey yaptığının farkında, suskunluğunun sonucunu da sessizlik depreminin ardından yaşanan enkazın da farkında.
Tam da bu yüzden kötü işte hem de çok.

Yaşadığı bu gelgitler zihninde ve kalbinde derin yaralar açmış düşünmekten ve vicdan azabı çekmekten yaşayan bir ölüye dönmüştü adeta.
Ama bir yandan da öyle manasız ve çıkarsız sevmişti ki onu, yıllardır yüreğine öylesine işlemişti ki bu duygular, herşeye rağmen “sessizliğe ve sevgisizliğe” rağmen onun güzel bir adam olduğuna her zerresiyle inanmıştı ve onu tüm kötü meziyetlerden azad etmişti kalbi.
Bu sebepten ona kötü demeye bile dili varmıyordu ve “acı bir terennüm” gibi tekrarlıyordu;
Benim için.. ben üzülmeyeyim diye.. kalbim kırılmasın diye..
O iyi..
Ben kötüyüm..

REYHAN SULAMIŞ

PEMBE BİSİKLET- HASRET

  1. BÖLÜM

Büyük bir heyecanla karne gününü bekliyordum. Babamın bana sözü vardı, eğer takdir
belgesi getirirsem her şeyden çok istediğim o pembe bisikleti alacaktı.
Son bir haftaydı, babama her akşam bu konuyu açıyor onun kafasını şişiriyordum. O da
bana her defasında “tamam kızım, sen merak etme. Karneni al gel, hemen gider istediğin
bisikleti alırız” diyordu. Ben yine de heyecandan her akşam açıyordum bu konuyu ama
annem istemiyordu bisiklet almamı. Bu konuşmalardan sonra annem önce bana, sonra
babama kızmaya başlıyordu. Annem bisiklet sürmemi istemiyor, tatilde dahi kurslara gidip iyi
bir lise kazanmam için sürekli ders çalışmamı istiyordu. Babama, “Eda’ya bisiklet alırsan
onun tepesinden inmez, akşamlara kadar eve girmez” diyordu ve öyle de oldu.
Sonunda karne günü geldi ve tahmin ettiğim gibi takdir belgemi aldım. Adeta bir yarışçı gibi
hızlı ama aynı zamanda üç yaşında bir çocuk gibi ayaklarımı yere vura vura koşmaya
başladım. Okuldan herkesten önce çıkmıştım çünkü bir an önce eve varmak istiyordum. Okuldan benim gibi erkenden çıkan birileri daha varmış meğer. Arkamdan “Eda… Eda” diye
bağıran bir ses duydum. Dönüp baktığımda Murat ve Ali’yi gördüm, hemen arkalarından da
Melek geliyordu. Önce benimle dalga geçmeye başladılar, koşmaktan saçım başım
dağılmıştı. Bir yandan da atıştıran yaz yağmuru yüzünden saçlarım makarna gibi kabarmıştı. Bu en nefret ettiğim durumdu, hele ki saçımla dalga geçilmesi beni çok üzüyordu ama o gün
o kadar mutluydum ki ben de onlarla beraber gülmeye başladım. Birden hiç biriyle
vedalaşmadığım geldi aklıma ve arkadaşlarıma sarılıp onlara iyi tatiller diledim. Herkes yaz
tatilinde bir yerlere gidecekti, bir tek biz kalıyorduk İstanbul’da. O yüzden mutlaka bisikletim
olmalı diye geçirdim içimden, yoksa çok yalnız kalırım.
Evin kapısını uzaktan görmemle kalbim hızla çarpmaya başladı. Neden böyle olduğunu
anlayamıyordum. Babamın işten gelmesine daha çok vardı, zaten gelse bile hemen bugün
gidemezdik ki, mutlaka yarını beklememiz gerekirdi. Bunları düşününce heyecanım az da
olsa dindi. Dış kapıdan içeri girdim ve merdivenlerden ağır ağır çıkmaya başladım. Koşmaktan çok yorulmuştum, adım atarken bacaklarım üzerlerine bir ton ağırlık
yüklenmişçesine acıyorlardı. Çantam da bir yandan kendini salmış, o da merdivenleri benim
çekiştirmemle tek tek çıkıyordu. Tam iç kapıya gelmiş zile basacakken karşımda görenlerin
içine mutluluk tohumu ekecek kadar canlı bir pembesi olan gıcır gıcır bir bisiklet gördüm. Bir
anda kapı açıldı ve annem çıktı, “baban sana sürpriz yapmış” dedi. O an normalde gülerken
kaybolan küçük gözlerim kocaman olmuş, sevinçten konuşamamış, sadece bisikletime
sarılıp “canım babam” diyerek mutluluk gözyaşları dökmüştüm.

Önce hemen bisiklete binmek istedim ama hem küçük ve zayıf bedenimle bisikleti aşağıya
indirmem zor olurdu. Hem de “ilk deneyimimi babamla yaparım” düşüncesiyle sadece
saatlerce ona sarılmakla yetindim.
Akşam babam eve geldiğinde hemen boynuna atlayıp teşekkür ettim ve karnemi
gösterdim. O da benimle “gurur duyduğunu” ve “bunu hak ettiğimi” söyledi, Saat geç olunca
uyumak için odama geçtim ve yatağıma yattım ama babama bisikletimi ilk kez onunla
sürmek isteğimi söylemeyi unuttuğum geldi aklıma. Bir hışımla yataktan fırlayıp salona
girdim, daha kapıyı açmadan babamla annemin sesini duydum. Kapının aralığından onları
dinlemeye başladım. Bunun yanlış olduğunu bile bile devam ettim dinlemeye. Annem “bu
bisiklet işi hiç iyi olmadı, artık ders çalışmayacak, geç saatlere kadar eve gelmeyecek” diye
babama kızıyordu. Babam da: “Bir şey olmaz hanım, çocuğun içinde heves kalmasın” deyip
geçiştiriyordu. İçeri gitmeden yatağıma döndüm ve kendi kendime bir söz verdim: Derslerimi
aksatmayacaktım, bisiklet sürdüğüm kadar ders de çalışacaktım.
Tatilim tahmin ettiğimden çok daha iyi geçiyordu. Mahallede benim gibi bisiklet süren bir
sürü arkadaş edinmiştim. Günlerim hep bisiklet sürmekle ve arkadaşlarımla bisiklet yarışları
yapmakla geçiyordu. Gerçekten akşamlara kadar eve gelmiyor ve hiç ders çalışmıyordum. Annem bu duruma kızsa da pek üzerime gelmiyordu. Ben de bunu fırsat bilip kitap dahi okumuyordum.

REYHAN SULAMIŞ

KAÇIŞ RAMPASI

İnsan neyden kaçar en çok..?
Neyden korkar delicesine..?
Ya da sadece korktuğu için mi kaçar..?
Peki ya insan kendinden neden kaçar…?

Dokuz yıl aradan sonra yine aynı yerdeyim, ağır adımlarla yürüyorum, içim içime sığmıyor ama bu his çok farklı; heyecan değil, korku değil ne olduğuna dair en ufak  bir fikrim yok, ama şunu biliyorum nefes almayı, yutkunmayı unuttum..
Yürümeye devam ediyorum. Zoraki aldığım nefes ile ciğerlerim parçalanırcasına..adım adım..
Attığım her adım aklımın, kalbimin uyuyan hatıralarına ayak basıyor ve hatıralar öfkeyle uyanıyor yılların uykusundan. Adını koyamadığım o hisler bir anda birer canavara dönüşüyor. Adımlarımla birlikte göz bebeklerim de büyüyor ve burnumdan soluyorum. Eve yaklaşırken gözlerim sokak detaylarına takılıyor ve o sıra bakkal amcaya denk geliyorum. Yıllar onu da çok yıpratmış, saçı sakalı bembeyaz olmuş. Bakkal amcanın hemen ardından mahallenin ablalarını karşıdan aşağılayan bakışlarla beni izlerken ve aralarında fısıldaşırken  buluyorum ve hiç oralı olmayıp başım dik, umursamaz bir tavırla, elimi kolumu sallaya sallaya  eve giriyorum ve sonunda her şeyin başladığı yerdeyim ya da bittiği yer.. Kapıdan girdiğim anda o kendinden emin halimden eser kalmıyor ve bir anda yere yığılıyorum. Yıllarca kaçtığım şeylerle yüzleşmek bu omuzlara fazla geliyor, zerrelerime kadar titriyorum ve sanırım yine yutkunmayı unuttum.. Her şey yerli yerinde, bin bir umutla kurduğum masa, üzerinde mumlar, tabaklar , kaşıklar, bardaklar.. O günden sonra kimse girmemiş eve  hala bizim kokumuz. Toz dumanla karışık şekilde doluyor ciğerime. Kokunu daha iyi duyabileceğim yere gidiyorum ve kalbim elden gitmek üzere kaçıyorum oradan.

Evet yine kaçıyorum eve girdiğim andaki  halimin tam aksine son sürat koşuyorum, saatlerce hiç durmadan koşuyorum ve artık sendeyim soluk soluğa bir şeyler mırıldanıyorum.

Özür dilerim, toprağına bir damla su dökemedim.

Özür dilerim, en sevdiğin çiçeklerden yok.

Özür dilerim çok geç kaldım.

REYHAN SULAMIŞ

KAHVEYE GÜZELLEME

Kahve mi içsem? Su da kaynattım bir yığın. Kaynamış suyla da kahve köpürmez. Neyse, dursun kaynamış su, bulaşık yıkarım kahveden sonra ya da ne bileyim belki makarna haşlarım. Çekmeceden cezveyi çıkarayım. Ne dağınık geldi gözüme çekmece. Her gün en az on kere açıp kapadığım çekmece, ne ara bu kadar karıştı. Kafam gibi karma karışık içerisi. Demek kafa karışık olunca fark etmiyor insan karşısındaki karışıklığı. Şimdi fark ettim ama nasıl? Kafam yerinde mi acaba? Of! bunlar hep konuşacak adam bulamamaktan, kendi kendimle sohbet ediyorum bir de anlamsız şekilde uzatıyorum.
Cezve elimde; şekersiz severim kahveyi ama bir adet atıcam bugün, tatsız günümü o tatlandırsın bari. Attım bile, bir tatlı kaşığı kahve koyalım açıp kavanozu. Oh! kapak açılınca odaya dolan kahve kokusu. Şifasın sen. Yüzüm mü güldü ne? Evet, evet güldü, yüz kaslarım açıştı birden, nasıl gerdimse artık onları. Kaç gündür gülmedim acaba, kaç gündür uyuyor yüz kaslarım? Gerçi küfretmek için konuşmuşluğum vardı dün akşam, televizyondaki üçüncü sayfa haberlerini dinlerken. Demek ki, güldüğüm zamanki kaslarla, küfrettiğim zamanki kaslarım ayrı. Şimdi fark ediyorum bunu. Halbuki kırk beş senelik kaslarım bunlar. Yerini ve görevlerini şimdi farkına vardım. Farkındalık başka bir şey!
Ne diyordum kahve kokusu. Müthiş!
Kokuyu alıp toplayan sonra beyindeki koku merkezine ulaştırmak için kokuyu paketleyip uğurlayan burun ama burnum dışında her sinir hücrem uyanmış durumda. Bir tek burun bunun keyfini anlamayan.
Beynim farkında kokunun, uyandı hücreler ve bellek eşlik ediyor ona, ne kahveli maceralar buldu arşivden saniyenin kaçta kaçında. Kahvenin tadıyla ilgili bilgide ulaştı dil tomurcuklarıma, hem de kahve değmeden onlara, sulandılar çünkü dişlerime doluyor ağzımın suları.
Kalbimde farkında kahvenin, hızlı hızlı atıyor, heyecan yaptı. Ne zaman sevdiği bir şeyin geleceğini hissetse hep böyle koşarak karşılamaya gelir adeta. Midem de duymuş haberi, sanki  hopladı sevinçten, böyle bir boşluk oluştu ya da yumruk yemişim gibi oldu, bilemedim şimdi hangisi.
Ellerim beyinden gelen sinyale, kalpten gelen hızlı kan pompalanmasına kayıtsız kalamadı, titriyor. Cezveyi karıştırmama gerek kalmadı, zaten titreyen ellerimle sallandı üç buçuk şiddetinde.
Yine de karıştırıp şeker, kahve ve suyun hemhal olmasını sağlamak lazım.
Bu üç nimet, kahve su ve şeker, her birinin tadı birbirinin zıttı, şeker tatlı, kahve acı, su belirsiz. Şeker beyaz, kahve koyu, su renksiz. Ama bir araya gelince birbirini bastırmadan nasılda saygıyla muhteşem, farklı bir tadı oluşturabiliyorlar.
Biz insanlar olarak bundan ders almamız lazım. Oysa biz bir arada farklı bir tat olmasın diye nasılda savaşıyoruz. Ya hep acıyız, ya hep tatlı, ya da tuzlu. Neysek o halde kalmak istiyoruz, denemeye bile tahammülümüz yok oluşturacağımız yeni tadı. İşin felsefesi bu.
Tadı birazdan gelecek. Kısık ateşte pişen kahve iyi olur derler, kısıyorum ben de ateşi. Koyuyorum cezveyi üstüne. Bekliyorum.

Bu arada ‘’bir arada’’ kelimesini birarada yazmaya çalışıyorum bilgisayar sürekli ayırıyor, demek yazım olarak yanlış yazıyorum ama mantığım bir aradayı (birarada) yazmak gerektiğine inanıyor, ama yazamıyorum. Hâlbuki bu yazıyı elimde yazsam makinenin ukalalığına yenik düşmem ve (birarada ) yazabilirdim. Bir dip not; (birarada) imlada ‘’bir arada’’ yazılırken, (ap ayrı) ‘’ apayrı’’ diye yazılıyor. Mantık tatile çıkmış bence. Ayrılığın daha derini değil mi apayrı? Niye o zaman bitişik? Bizi birarada tutmak için oluşturulmuş kelime ise ayrı ayrı yazılıyor bir arada diye. Belki de bu yanlış yazım yüzden bir araya gelemeyişliğimiz, yan yana yazıldığı için ayrılıkları tam derin hissedemeyişliğimiz gibi.
Bu arada kahve yavaş yavaş cızırdamaya başladı bile ben bunları düşünürken.
Ne güzel içim gibi cızırdıyor, cezvenin yanaklarında köpükler belirmeye başladı bile.
İçimlik olmak için olgunlaşmaya başlarken nasılda sessiz, sakin ve vakur.
Hâlbuki çay gürültüden ortalığı yıkıyordu ben buradayım diye. Gerçi çayında hakkını yememek lazım, ayrı bir tatla insana farklı duygular yaşatıyor, lakin bugünkü ruh halimin içeceği değil.

Köpükler çoğalmaya başladı, irili ufaklı kabara kabara cezve içindekileri alt üst ederek harmanlıyor, kabaran iç sıkıntım da şu an alt üst olmaya başladı. Sıkıntım çöküyor ruhumun cezvesinde aynı kahve gibi altlara ve şekerli yanım çıkışta kabararak. Neşem geri döndü sanki.
Hoopp taşırmadan almak lazım, dalma kızım! Birde bu keyfin üstüne ocak temizlemekle uğraşıp eve kapıdan geri dönen neşeyi bacadan kaçırmayayım.
Aldım işte ateşten, dol şöyle fincana en nazlı halinle. Fincanı yaklaştırıp da kokusunu içine çeken ve çekerken gözlerini kapatıp dalmayan insanoğlu var mıdır? Varsa da insanoğlu  mudur?
Kokusu neşe getirdi haneme, ilk yudum şifa kalbime, ikincisi kuvvet gövdeme. Biraz soluklanmam lazım, vücudumda dolaşmasını hissetmek istiyorum şu an ve ağır ağır yakarak genzimden yemek borusunu istila etmesine şahadet getiriyorum. Üçüncü yudumun zamanı şimdi, mideye sancağı dikmeden ek kuvvet göndermek lazım. Gelsin üçüncü yudum hafızama, tazelenmek için ‘’Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” sözüne inat.

ZEYNEB TONBUŞ

ÇAYA KAHIRLANMA

Yalnızlığım ne ile son bulur?

Hangi hançer kesip atabilir yalnızlığın verdiği boşluğu?

Aydınlık bir oda benzer mi kabre?

Ocakta kaynayan su..ne bu neşe? Nedir seni çinko bir çaydanlığın içinde, kavurucu ateş üstünde üstelik, bu denli neşeli ve patırtılı şarkı söylemeye iten?

Halbuki, seni ateşe koyarken yalnızlığımı dindirecek bir dost gibi görmüştüm.

Sense neşeli şarkını söylerken tiz buharla çinko çaydanlığın hülbüğün de, üstüne üstlük fokurdatan dansınla oynatırken kapağını, ben çatırdıyorum kıskançlıktan bu hudutsuz mutluluk karşısında.

Çay kessin istemiştim yalnızlığın verdiği can sıkıntısını, içimi ısıtsın bir dost muhabbeti gibi ilk yudumda.

Buhar vurunca yüzüme, sanki anne eli değmiş gibi öylesine gözlerimi kapatıp, yuvarlanıp gitsem küçüklüğüme.

Avuçlarımın arasında çay bardağı, el ayalarımı ısıtırken hissettiğim tatlı bir acı yaşadığımın belirtisi.


Şekerli içmem çayı ama sırf evdeki sessizliğe inat çay kaşığı koyacağım bardağa ve çılgınlar gibi bir melodi tutturup, çınlatacağım evin sessizlik sinmiş köşelerini.

Bunları düşünüp çay koydum demliğe, ocakta kaynayan çaydanlığın üstüne. Ama iyiden iyiye sinirim zıpladı çay serkeşliği karşısında. Ey çay! dinle beni. Sana bu derece ilgi ve alaka beslemişken, senden yana hep kullanmışken tercihlerimi, hava sıcakken de soğukken de iltifata tabi tutmuşsam bu derece şımarman için değildi. Gel barış ilan edelim seninle. Sen neşeni yanımda gösterme duman duman tüterken, bende senle demleneyim yalnızlığımda, hiç kimse bile olmasa çay var diyeyim.

ZEYNEB TONBUŞ

ÇATLAK

Çatlak kafalının tekisin! dedi bana, öfkeden kanında artan adrenalinin etkisiyle kıpkırmızı olmuş suratı ve ağzında biriken tükürükleri atmosfere saçarken. Güldüm. Gülerken de ona karşı sadece acıma hissiyle dolduğumu fark ettim. Hâlbuki yıllardır tanıyıp, saygı duyduğum bu insan, birkaç saatin içinde belleğimde onun adına kurduğum bütün imgeleri yerle bir edip, karşımda acınası duruma gelmişti.

Birden aklıma Leonard Kohen in o sözü geldi.

”Çatlaklar kutsaldır! Çünkü ışığı içeri sızdırırlar.”

Karanlığa mahkum olmak bir tercih meselesi. İnsan bundan rahatsız ise aydınlığa çıkmak için bir gayret sarf etmesi gerekiyor. Karanlık olsa da, benim mekanım, benim fikrim, benim duygularım; diye diretmek insanı kendi karanlığına gönüllü olarak mahkum ediyor. Nasıl ki zifiri karanlık bir odanın duvarlarında veya penceresinde azıcık bile olsa bir çatlak belirdiğinde o çatlaktan içeri cılız bir ışık hüzmesi veya temiz hava girince odanın ânı değişiyorsa, insan düşüncesinin de bu tür çatlaklara ihtiyacı vardır.

Neyse, şimdi arkamı döndüm gidiyorum. Söyleyeceğimi veciz bir sözle söyledim, gidiyorum. Bir anlık onun yüzüne baktığımda gördüğüm ise, tam anlamıyla şaşkınlıktı. Ve bu şaşkınlık bana ayrı bir haz yaşattı. Bu hazzın verdiği özgüvenle yürüyüşüm daha bir sağlam ve edalı oldu. Arka fonda, yani beynimde ise yine Leonard  Kohen den güzel bir şarkı vardı. ”Famous blue raincoat” yani; Ünlü mavi yağmurluk. Ve sadece benim için söyleniyor gibiydi şu an. Bana sadece o ritimlere uyarak, salınarak gitmek düşüyordu.

ZEYNEB TONBUŞ

https://www.youtube.com/watch?v=ohk3DP5fMCg&feature=youtu.be&app=desktop

İNCİRE VE ZEYTİNE ANDOLSUN.

Çatalın ucunda benim olmamak için savaşıp, tüm kıvraklığını kullanan, küçücük kaseyi kendi yurdu ilan edip, teslim olmamak için buruşuk, cılız , ihtiyar görüntüsünden beklenmedik dirilikte mücadele eden mübarek.

Sanki ‘’değerli olan kolay elde edilmez, mücadele etmek ve istemek gerekir, ter dökmek gerekir’’ dercesine zahmete prim veren muallim.

Sen ki yüce kitapta adı geçip, üzerine yemin verilen kutsal nebat. Ağacıyla yüzyıllara meydan okuyup, bin yıllara ulaşacak kadar alim, vakur, şifa, mümbit ağaç.

Siyahı başka hiçbir siyaha benzemeyen, yeşilinin tonunu benzetecek bir şey bulamayıp ta sadece ‘’zeytin yeşili’’ deyip kestirip attığımız. Zeytin, Zeytun.

 

Ah o tadınla damağa vurduğun an, insan zihninde bilgi tomurcukları açtırıp, damarların bir anda vücudun en ücra noktalarına gelişini müjdelediği mübarek. Sensiz kurulan sofra sofra olmaz, yağının akmadığı aş, aş değil yemelik olur ancak. Yağının altın damlası düşen aş ise aş değildir artık, şifanın kendisi olup, şükre zorlar kulu yaradan önünde. Ne çok, pek çok severim seni.

Dünyanın en güzel tatlarını tatsam dahi, sıcak ekmeğin köşesini koparıp, içine bir avuç limon sıkılmış, kekikli zeytini koyup; minder gibi büyük bir kayanın üstüne oturup, ummana dalıp yemenin keyfini veremez.

Bu kadar çok sevmem ve tüketmeme rağmen, rahmetli dedemin mütevazı sofrasında ki zeytinlerin tadını, üzerinden geçen otuz yıla rağmen hiçbir yerde rastlamadım. O özel tat zeytininden miydi, yoksa dedemin sofrasının buğulu, bereketli havasından mı? Hala çözebilmiş değilim.

Küçük mavi tel dolaptan, beyaz çinko kâseyle gün yüzüne çıktığı an, bütün mutfağı keskin, eşsiz kokusuyla sarsardı. Şimdi koca bir teneke zeytinin kapağını açtığımda bile, o bir kâsecik zeytinin bıraktığı keskin, hoş kokuyu bulamıyorum. Artık ne o zeytini bulabiliyorum, ne de o zeytini bulup sofraya getiren, satıldığı yeri bilen tek insanı. Dedemi…

Ah dedem keşke şimdi burada olsaydın. Sensiz iyi bir zeytini bile bulup sofraya getirecek tecrübeye sahip değiliz. Tüm okumuşluğumuza, bilmişliğimize, ukalalığımıza rağmen. Var gerisini sen düşün…

 

İNCİRE VE ZEYTİNE ANDOLSUN.

ZEYNEB TONBUŞ