Yazılar

TAKKECİ İBRAHİM AĞA CAMİİ

Topkapı semtinde, ayaküstünden  ve yerleşim yerlerinden uzak bir köşede inzivaya çekilmek isterken, geçen zamanla  ana arter bir yolun kenarında kalmış ve her gün binlerce kişiyi selamlar gibi bir mekan. Konumunda ki gariplik kadar yapılış serüveni de ayrı bir garip olan ve belki de bu gariplikler yüzünden kendine has bir hikâyesi ve güzelliği olan, küçük ama şaheser bir cami: Takkeci İbrahim Ağa camii.

Takkeci yada Osmanlı zamanında ki ismiyle Arakiyeci İbrahim Ağa, geçimini keçeden yaptığı takkeleri satarak sağlayan yoksul bir İstanbul sâkini. Hanımıyla birlikte Topkapı semtinde ikamet ediyor ve yoksulluğuna rağmen hayatta ki en önemli arzusu olan bir cami yaptırmak için çabalayan nev-i şahsına münhasır bir kişilik. Cami yaptırma arzusunu birçok yerde dile getiriyor ve etrafındakilerin alay konusu oluyor. Arkadaşları ”ne oldu senin cami işi, ne zaman yaptırıyorsun?” dediklerinde hep aynı cevabı veriyor; Derya tutuştuğu zaman! Ona göre Nemrut un devasa ateşini gülistana çeviren Allah deryayı da tutuşturur, bu garibede bir kapı açar ve duası kabul olur!

Gel zaman git zaman; bir kandil gecesi, bağlı bulunduğu tarikatın şeyhi, rüyasına girer ve hemen Bağdat’a gitmesini emreder. “Derhal Bağdat’a git gel.”  Sebebini düşünmek, akıl ve mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak, gönül erlerinin derdi değildir. O da öyle yapar ve hemen o gün Bağdat yoluna düşer. Uzun bir yolculuk ve bin türlü zahmetten sonra şehre girer. Yorgun, bitkin bir hana girer. Oracıkta ki bir tahta parçasının üzerine kıvrılır. Gözlerini kapatmak üzereyken, yaşlı hancı dikilir başına:
“Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin?”
–  “Âsitâne’den, Dersaâdet’ten geliyorum.”
– “Hayırdır İnşallah, geliş sebebin nedir?”
Önceleri söylemek istemez, ama hancı o kadar ısrar eder ki, rüyasını anlatmak zorunda kalır. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a geldiğini duyan yaşlı hancı kahkahayı basar.
 – “Hay akılsız! Hiç rüyaya ümit bağlanıp bunca zahmete girilir, bunca masraf yapılır mı?Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. Rüyama giren nur yüzlü bir ihtiyar, ‘İstanbul’a git, Topkapı’daki kulübesinde Arakiyeci İbrahim Ağa diye biri var, evini bul, odunluğunda bir küp Bizans altını gömülüdür, al keyfince yaşa’ dedi. Ama rüya ile amel edilmez dedim, hiç üstünde durmadım.”

Hancıyı dinlerken, Arakiyeci İbrahim Ağa’nın gözleri parlamış, tüm yorgunluğu geçmiş. “İşte şimdi derya tutuştu!” diyerek tekrar gerisin geriye, gece gündüz demeden yola düşmüş. İstanbul’ a gelir gelmez de  evinin odunluğunu kazmış, altın dolu küpü topraktan çıkarmış. Camiini inşa etmiş.

Takkeciibrahimağa

İşte bugün yerleşim yerlerinden biraz uzakta, mezarlıkların arasında kalmış bu cami, o bir küp altının ve gönülden edilen duanın kabulünün karşılığı olarak dimdik ayakta. Kitabesinde de belirtildiği gibi, camiyi yaptıran İbrahim Ağa’dır ve inşa tarihi 1592’dir. Cami, mektep ve sebilden meydana gelmiştir. Zamanla mektep yıkılmıştır. Dışarıdan çok gösterişli bir hali olmasa da, ahşap işleri, hatları, çinileri ve kalem işleri ile kendisinden beklenmeyecek bir güzellik içeriye adımınızı atar atmaz sizi çepeçevre sarıyor. Son cemaat yerindeki alt pencerelerin kemer aynalarında mermerden celi sülüsle Fatiha, İhlas, Felak ve Nas sureleri kabartma olarak yazılmıştır.

Takkeciibrahimağa

Takkeci İbrahim Ağa Camisi’nin ünü içerisindeki çinilerden dolayıdır. 16.Yüzyılın en güzel İznik işi çini örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar kaplanmıştır. Narçiçeği kırmızısı, parlak camgöbeği, yeşil, lacivert renkler rumî ve hatayî desenler kullanılmıştır. Bazı panolar tamamen sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniği ile yapılmış yenileri konmuştur. Bunlardan bazılarının Gülbenkyan tarafından Lizbon’daki Salazar Müzesi’ne hediye edildiği bilinmektedir. Caminin yan duvarlarında ki çinilerde, rüyaya ve yapılışına sebep olan küp dolusu altına atıfda bulunurcasına  küpler çizilmiştir. Ahşap kubbe yaldızlı çatı ile dilimlenmiş, eteklerindeki mukarnasları altın yaldızlı iki sıra badem ve yapraklarla tezyin edilmiştir. Kubbe göbeğinde yuvarlak içinde tekrarlanan bir ayet bulunmaktadır.  Ve gördüğüm en muhteşem ahşap kubbedir. Acı kahverengi ahşap kubbeye altın yaldızla işlenen damlacıklar ve badem figürleri gece parlayan yıldızları anımsatır. Kalem işleri de ayrıca söz edilmeye değer; günümüze kadar gelirken güzelliğinden ve özelliğinden hiç bir kayba uğramamış, sanki dün yapılmış gibi capcanlıdır.

Takkeciibrahimağa

İnsanların muhabbetinden ve ayak izlerinden uzak halde ama E-5 gibi bir ana yolun yapılmasıyla yolun bir kenarında kalarak, aradığı muhabbeti göz değmesi ve nazarlardan sağlayan bu cami iki kez esaslı onarım görmüştür. Bunlardan ilki 1830 yılında, ikincisi ise 1985’te Vakıflar İdaresi tarafından yapılmıştır. Topkapı’nın ilk yerleşim alanında yer alan ancak yeni yolların açılmasıyla yerleşim alanlarından uzaklaşan Takkeci İbrahim Ağa Camii’nin restorasyonu İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 2008 yılında tamamlanmıştır. Bu yalnız, gözlerden uzak şaheser cami her türlü iltifatı hakediyor ve ziyaretçilerini bekliyor. Oraya kadar gitme lütfunda bulunanlar için ayrıca hemen caminin bitişiğinde bulunan Topkapı Kültür Parkını ve Topkapı Türk Kültürü parkını da gezmelerini tavsiye ederim.

NURGÜL DURU

BULUTLAR VE HEKİMOĞLU

 

İkindi ezanı okunduğunda yakınımda konumlanmış camiler yerine dik bir yokuşu çıkmayı göze alarak Hekimoğlu Ali Paşa camin de namaz kılmayı istedim. Ben nefes nefese yokuşu tırmanıp camiye ulaşana kadar cemaat dağılmış ve yağmur çiselemeye başlamıştı. Girdim ve namazımı kıldım. Özlediğim ve içinde olmaktan oldukça mutluluk duyduğum mekândaydım. Bir namaz kılımı uğradığım bu camiden,  gelip geçen bir yabancı gibi bir solukta ayrılmak oldukça güçtü benim için.

Tespihimi alıp namaz kıldığım alandan uzaklaşıp kenara iliştim. Sırtımı soğuk taş duvara yaslayıp, yağmur damlaları ile kırılan görüntüsüne rağmen cami avlusunu seyrediyorum, tane tane çekerken tespihimi. Soğuk ve yağmurlu bir hava olduğu için, normalde uzun yürümekten hoşlanmayan birçok insanın kestirme olarak kullanıp doldurduğu avlu bugün oldukça tenha. Tek tük başı öne eğik, eli şemsiyeli insanlar koşar adımlarla geçiyorlar pencerenin önünden. Bense adeta saniyelerle yarışan, her yere koşarak ulaşmaya çalışan bir şehir insanı değil de, Nuri Bilge’ nin zamanın içinde akıp yitmeyi reddeden, düşünmeyi fütursuzca yaşamaya tercih ederek zamanın kendi içinden geçmesine izin veren karakterlerinden biri olmak istiyorum. Öylece damlaları seyretmek, camda buğulanmış zemine bir şiir kondurmak. Bir namaz kılımı için uğramışta, Hekimoğlu’ nun evinde misafirliğe yatıya kalmışım gibi bir köşede sakince oturmak.

Ağırdan tespih taneleri düşüyor avucumdan tane tane, damlalar  soğuk camdan süzülüyor hare hare, ve iç sıkıntılarım eriyor hane hane. Bir tane senfonisi yükseliyor mavi kubbeye doğru, boncuklar, damlalar ve dualar ile. Yıllar öncesinden bir günü yaşıyor gibiyim, sanki camın önünden akıp giden eski bir zaman ve ben içerden bir film seyreder gibi şimdiki zamanı yaşıyorum. Bak köşeden döndü bile on altı yaş halim. O zamanda yağmurdan kaçmıyormuşum meğer. Ne tuhaf,  gençken daha aceleci olduğumu düşünürdüm hâlbuki. Herkes yağmurdan koşarak kaçarken önüne bakarak, bense o günde, bugünde düşen damlaların gözümü rahatsız etme ihtimalini hiçe sayarak gökyüzüne bakarak. Oldum olası yapılmayanı yapmak, sevilmeyeni sevmek, itilmişi kucaklamak gibi bir huy edinmişliğim vardır. Herkes güneşli havada gökyüzünü seyretmeyi sever, bense yağmurlu ve kapalı havada. Gerçi bunda ileri derecede astigmat olduğumdan dolayı aydınlığa bakamam da etkilidir, ama güneşli,  pırıl pırıl bulutsuz bir gökyüzü oldukça rutin ve sıkıcı gelir. Hâlbuki bulutların açıklı koyulu öbek öbek birbirlerinin üstüne binerek adeta yarışmasını seyretmek, hangi bulutun yağmuru indireceğini tahmin etmek, bulutların şekillerinden geleceğe dair kehanetler uydurmak oldukça eğlencelidir. Hava iyice kararıp bulutlandığı vakit, yağmurun birden bastıracağını anlamak ve bir an önce varmak istediği yere ulaşmak, ya da sığınacağı bir saçak altı aramak İstanbul insanının sünnetidir. Ben küçükken yağmurun geleceğini fark ettiğimde bahçelik alandaysam yere yatıp, evdeysem balkona uzanıp, sınıftaysam dersi bırakıp camdan bulutları seyrederdim. Masallar uydurmak, tahminler yapmak kısaca hayal dünyasını zenginleştirmek için en basit, masrafsız ve malzemesiz tek etkinlik gökyüzünü seyretmektir. Öğretmenlik yaptığım yıllarda bunu sık sık öğrencilerimle tekrar etmiş ve benim aldığım zevki onlarında aldığını fark etmiştim. Bak şimdi. Sadece çocukluğum, ilk gençliğim değil yakın geçmişimde gözümün önüne geldi. Bulutlar. Nelere kadirsiniz siz. Küçükken gelecek hayaliydiniz, şimdi geçmişime yol oldunuz.

Camın önünde otururken avluya düşen yağmur damlaları adeta avluyu geçmişe açılan bir tünele çevirdi. Yağmur yağmasa da bu tünel açılır mıydı acaba? Ya da ben bunca aradan sonra buraya gelmeyi yağmurla bir güne nasıl denk getirdim? Hangi tevafuk açık bir havada başlayan yolculuğumu Ali paşaya geçmeye karar verdikten sonra yağmura döndürdü? Bilmiyorum, bilemiyorum. Ama böyle olmasından son derece mutluyum. Tek sıkıntım başka yerde eşi benzeri olmayan nadide kütüphanenin şu an kapalı olması. Hâlbuki onu da ziyaret etmek için çok hevesliydim. Adet olduğu üzere haftanın birkaç günü kütüphanede verilen klasik sanatlardan birine de denk gelmeyi başarabileceğimi düşünüyordum. Başka hiçbir kütüphane, buradaki gibi bir caminin tonozlu cümle kapısının üstünde konuşlanıp, kitabın baş üstünde tutulmasını şeklen göstermemiştir.  Bugün uygulamalı Türk sanat eserleri kütüphanesine dönüşen yapı içerisinde ayrıca el yazması eserleri korumak adına tavana asılı halde duran mahfazalı bölüm vardır. Korunaklı bölüm değerli kitapları her türlü haşereden korumak adına bu asılı odada muhafaza altına almıştır. Bu başka yerde rastlanmayan kitaba değer verme bu değeri koruma bile benim ilgimi buraya yöneltmeme yeterde artardı bile.

 

Son yıllarda gerek eski eserleri daha bir sahiplenip koruma adına, gerekse bunların turistik bir değer olarak kabul edilmesi sebebiyle birçok selatin camilerin bahçeleri değişik peyzajlarıyla göz doldurmakta ve bu hususa önem verilmekte. Hekimoğlu Ali Paşa camii ise yıllar öncesinde bu konuda benzerlerine göre fazlaca şansa sahip olmasıyla ayrı bir dikkat çekmekteydi. İlkokul yıllarında yazın sıcağında biraz serinlemek için cennet misali bu avluya sığınmak, ya da avludaki çift geçişle yolu kısaltmak için ortasından geçmek isteği yolumuzu illaki bu yapıya yöneltirdi. O yıllarda bile bahçesi farklı renklerdeki güllerle, hanımelleriyle, sümbülleriyle, mor salkımlar, Medine çiçekleriyle bir koku festivaline döner, avludan geçerken hafif bir baş dönmesiyle sarsılır ve bir banka ilişirdik. Devasa çam ağaçları, ladin ve akasyalar, mavi serviler, yaşlı çınarlar gökyüzüyle irtibatı keser ve sıcak yaz günlerinde cehennem kızgınlığında ki güneşi bu cennetten parça serin avluya Rıdvan misali sokmazlar, buranın ruhani ferahlık veren atmosferini korurlardı.

Şimdi gidiyorum. Nasıl ki burayı ilk gördüğümdeki benle, gördükten sonraki ben arasında fark olmuşsa, bugün buraya uğrayan benle, yüreğinin bir köşesini şuradaki hanımeli gibi avlunun bir köşesine asmış ben arasında da bir fark olmuştu.

NURGÜL DURU