İSTANBUL’ UN BEŞ HÂLİ

SABAH VAKTİ:

 Güne Eyüp Sultan da başlamak lazım. İstanbul’un neresinde olursan ol Eyüp Sultan başlangıç noktan, arz-ı halifen olmalı. Sabah ezanıyla birlikte, sultanla bir safta durup, âlemlerin sultanını kalbinde hissederek rahmana secde etmek, servilerin tekbirini duyabilmek, çınarların Esma-ül Hüsnalarını ve onlarla yeknesak olup toprağa düşmek, kalkmamak gerek. Gözyaşıyla birlikte iman tahtasından süzülüp, yere düşüp çatlamak gerek. Camiden çıkıyorum, borcunu ödemenin verdiği hafiflikle duyularım daha bir açık uyaranlara. O yüzden etrafımdaki her şeye daha dikkatli bakıyor, daha keskin işitiyorum ve derin soluk alıyorum etrafımdaki tüm hoş kokulardan mahrum kalmamak adına. Cami eşiğinde ki mermer basamak gözüme takılıyor. Aşınmış mermerlere kimlerin ayaklarının değdiğini Allah bilir, mermer şahitlik eder. Ben ise sadece o ayakların sahiplerini hayal ederim, kapı eşiğindeki aşınmışlığa, yaşanmışlığa bakarak. Avlu nereye açılır, ya da neyi hıfzeder çevrelemesiyle kafam karışır. İçerde miyim yoksa dışarıda mı? Rüzgâr yüzümü okşar kendime getirir hafiften, çınarın yavruları dallar, üzerindeki yapraklarla seslenir uğurlar beni, uyandırır beni bu hülyadan. Camiinin köşesinden dönerim ağır adımlarla, düşünceli miyim, hüzünlü müyüm, yoksa?? Mezarlar, hayatı sorgulamama sebep olur daha çok. Az olan hüzündür. Birçok mezar o kadar eskidir ki, artık üzülmenin yersizliği hüznümü dengeler. Nasıl biri oldukları, nereden geldikleri, ne yaşadıkları belli değildir, ama hepsinin nereye gittikleri belli.

 Merdivenleri tırmanıyorum, ağır ağır. Dilimde yine o şiir. Lise yıllarım aklıma geliyor, neşelenmem lazım, sağlı sollu mezar taşları neşemi bölüyor. Her merdiven çıkışımda beynimde güzel bir müzikle fonlanmış Ahmet Haşim şiiri.

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

         Şiir akşamı işaretliyor, bense sabahı yaşıyorum.

Pier Loti’ deyim. Soluk soluğa kalmışım. Ölmüşlerin ağırlığı mı çöktü üstüme ne? Birden önüm aralanıyor, tepede öylece güne karşı duruyorum. Manzara beni tekrar hayata bağlıyor. Ne tuhaf! Az önce başka bir âlemde kendimle hesaplaşıyordum, şimdi ise hayata akıp karışmak istiyorum. Yaşayıp, hayata karışmak için yemek gerek. Bende öyle yapıyorum. Simit, peynir, zeytin ve çay en kadim dostlarım. Yerken, İstanbul’u seyrediyorum, gözümün önümdeki gözüm İstanbul u. Süleymaniye en tepeden hâkim manzaraya, Topkapı sarayı köşeden kadraja girme çabasında, adını bildiğim bilmediğim nice binalar ve evler karşımda. İstanbul semalarına bardağın dem renginden bakmak gerek diyorum içimden, her yudumda şükretmek, sonra bu az oldu deyip bir fırt daha çekmek. Çaya atılan şekerin erimesi kadar dertleri gönülde eritmek gerek. Ve öyle yapıp, ince belli bardağın içindeki kalan çayın renginden bakıyorum. Gözüme dayadığım bardak kirpiklerimi ısıtıyor, manzara içimi.

 

ÖĞLE VAKTİ:

Öğle vakti ömürler durgun akar, sen bundan haberdar mısın? Fark etmezsin ama hem çocukluk bir su gibi akar avuçlarından, hem de yaşlılık. Günün öğle saati gibi ömründe öğle vakti durgundur. Ne yapacağını bilemezsin ama yerinde de duramazsın, kalkıp gitmek istersin ne adresin bellidir, ne menzilin. Orta yerde durur öylece hayatından geçenleri seyredersin. Hayatın geçişini seyreder. Elini uzatıp tutmak istersin, elin erişmez. Geçmişin mi seni tutar, gelecek korkusu mu çözemezsin. Öylece durursun ömrün öğle vaktinde, kendini tanımak için nadasa ya bırakırsın düşüncelerini, duygularını. Eğer ömrünün bu vaktini anımsamak istersen, öğle vakti iniver Eminönü ne. Yeni cami gibi sende seyreyle âlemi. Koşanları, bağıranları, para hırsını, alın terini, ihaneti, sadakati, cesareti, esareti gör. Ne tarafa nasıl koşacağını hesapla. Herkesle birlikte akmak için hazırlan Eminönü nehrinde. Paçalarını sıva, kollarını sıva, hayallerini sırala; kalbinde ki hırsları, beynindeki tilkileri kovala. Tam karar verip atlayacakken, gelen ezan sesiyle sarsıl, mıhlan, olduğun yerde çakıl. Bir önünde akan nehre bak, birde akan ömrüne. Ne tarafta olacağına karar veremeden sıvanan kollarını uzatıver şadırvana. Bırak sen değil yüreğin aksın, izin ver, yol ver, koyuver. 

İKİNDİ VAKTİ:

Yedi tepenin hangisinden bakmak istersen ona git, gün ardına düşerken. Seyreyle temaşayı, sonra gözlerini kapatıp dinle âlemi. Seyrettiğin mi, dinlediğin İstanbul mu aklında kalan? Hangi İstanbul duyularından duygularına akan? Âşık mı kalacaksın onunla Maşuk mu? İçinde kaç ucu yanık mektup biriktirdin adresine ulaşmayan, hasret kokan kaç satır var dilinden düşmeyen say. Say söylemek isteyip de söyleyemediklerini, derinlerine göndermek isteyip de kaç bakış yerlerde süründürdün, hepsini topla. Sonra yaşadığın yılları çıkar. Elinde kalan yaşanmış kabullenilmiş tutsaklığın mı, yoksa yaşamadığın öğrenilmiş çaresizliğin mi? Bir yandan düşün, bir yandan boğazın pırıldayan sularına sal yüreğini. Sonra kendi boğazına düğümlenen hıçkırıkları sal ummana doğru. Birazdan gelip kulağına fısıldayacak Münir Nureddin. Rast akacak önce ummana düşünceler, yanık bir keman taksimiyle üstat girecek ardından:

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın.

AKŞAM VAKTİ

 Akşamlar esrarlı, akşamlar platonik, yorgun ve beklentisiz. Her vakitten daha güzel İstanbul’ da gurup vakti. Kavacık’ tan günü aşıracaksın Sarıyer ardına, biraz sisli, biraz erguvani, biraz istanbuli çokça melankoli. Günü aşıracaksın yarına, vakit bugünden sonra yarından biraz evvel. İlk gençlikten az sonra, vuslattan biraz evvel. Boğazdan eşsiz bir güzele bakar gibi bakacaksın ömrün kalanına. Züleyha’ nın bakışındaki hayranlık gibi, Yakub’un umutlu bekleyişi gibi, Gördüğün son güzel, işittiğin son gazel bu. Bugün son günmüş gibi tat almana bak, yarın hiç yokmuş gibi, belki de son akşam bu. Daldığın hülasa umman gibi, öyle sessiz ve kulak kesileceksin ki hayata, her türlü sesten ayrıştırıp İstanbul u dinleyeceksin. Bir tek akşamüstü; yıllar öncesinden bir akşamüstü, sevmeden ve sevilmeden önce bir akşamüstü, kırmadan ve kırılmadan önce ki bir akşamüstü bu, öyle say, say ki sızın hafiflesin. Sadece İstanbul ve sen varmış gibi. Hafız Burhan ve ezan ses verirken nidasıyla Beşiktaş’ tan, sen ve İstanbul dinleyecek Mihribah’tan.

YATSI VAKTİ:

Bir uşşak ezanla gelir günün sonu, anlamazsın nasıl geçmiştir bir gün, aynı ömrünün geçtiği gibi habersiz fütursuz. İskeleye yanaşırken şehir hatları vapuru, kalkmakla kalkmamak arası oturursun bir koltuk ucunda. Ne doymuşsundur ışıltılı manzaraya, ne de kalkıp gitmek istersin evim dediğin mekâna. Sevdiğin sevdiklerin bekler. Ayaklar isteksiz, gönül kırgın, gönül yorgun; bir ninni söyleyen olsa beşik misali vapurda uyumamak elde değil İstanbul akşamında. Hayatta öyle değil mi? Zorluklar ve üzüntüler belirince, çaresiz kalınca zırhı paslanmış kahraman misali kaçıp göçmek istemez misin hayattan? Tam o yılgınlık anında ‘’gel gidelim vakit tamam’’ dese ölüm meleği, ‘’biraz daha’’ demez misin? Gün yatsı oldu, yarına bakiye zaman şimdi. Bir kabir olsa şehir hatları vapuru, sallansa beşik misali ve hilal dünyayı seyreylerken senin onu seyredişinden habersiz ve umursamazken, ruhunu huzurla teslim etmez misin?

ZEYNEB TONBUŞ

TAKKECİ İBRAHİM AĞA CAMİİ

Topkapı semtinde, ayaküstünden  ve yerleşim yerlerinden uzak bir köşede inzivaya çekilmek isterken, geçen zamanla  ana arter bir yolun kenarında kalmış ve her gün binlerce kişiyi selamlar gibi bir mekan. Konumunda ki gariplik kadar yapılış serüveni de ayrı bir garip olan ve belki de bu gariplikler yüzünden kendine has bir hikâyesi ve güzelliği olan, küçük ama şaheser bir cami: Takkeci İbrahim Ağa camii.

Takkeci yada Osmanlı zamanında ki ismiyle Arakiyeci İbrahim Ağa, geçimini keçeden yaptığı takkeleri satarak sağlayan yoksul bir İstanbul sâkini. Hanımıyla birlikte Topkapı semtinde ikamet ediyor ve yoksulluğuna rağmen hayatta ki en önemli arzusu olan bir cami yaptırmak için çabalayan nev-i şahsına münhasır bir kişilik. Cami yaptırma arzusunu birçok yerde dile getiriyor ve etrafındakilerin alay konusu oluyor. Arkadaşları ”ne oldu senin cami işi, ne zaman yaptırıyorsun?” dediklerinde hep aynı cevabı veriyor; Derya tutuştuğu zaman! Ona göre Nemrut un devasa ateşini gülistana çeviren Allah deryayı da tutuşturur, bu garibede bir kapı açar ve duası kabul olur!

Gel zaman git zaman; bir kandil gecesi, bağlı bulunduğu tarikatın şeyhi, rüyasına girer ve hemen Bağdat’a gitmesini emreder. “Derhal Bağdat’a git gel.”  Sebebini düşünmek, akıl ve mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak, gönül erlerinin derdi değildir. O da öyle yapar ve hemen o gün Bağdat yoluna düşer. Uzun bir yolculuk ve bin türlü zahmetten sonra şehre girer. Yorgun, bitkin bir hana girer. Oracıkta ki bir tahta parçasının üzerine kıvrılır. Gözlerini kapatmak üzereyken, yaşlı hancı dikilir başına:
“Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin?”
–  “Âsitâne’den, Dersaâdet’ten geliyorum.”
– “Hayırdır İnşallah, geliş sebebin nedir?”
Önceleri söylemek istemez, ama hancı o kadar ısrar eder ki, rüyasını anlatmak zorunda kalır. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a geldiğini duyan yaşlı hancı kahkahayı basar.
 – “Hay akılsız! Hiç rüyaya ümit bağlanıp bunca zahmete girilir, bunca masraf yapılır mı?Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. Rüyama giren nur yüzlü bir ihtiyar, ‘İstanbul’a git, Topkapı’daki kulübesinde Arakiyeci İbrahim Ağa diye biri var, evini bul, odunluğunda bir küp Bizans altını gömülüdür, al keyfince yaşa’ dedi. Ama rüya ile amel edilmez dedim, hiç üstünde durmadım.”

Hancıyı dinlerken, Arakiyeci İbrahim Ağa’nın gözleri parlamış, tüm yorgunluğu geçmiş. “İşte şimdi derya tutuştu!” diyerek tekrar gerisin geriye, gece gündüz demeden yola düşmüş. İstanbul’ a gelir gelmez de  evinin odunluğunu kazmış, altın dolu küpü topraktan çıkarmış. Camiini inşa etmiş.

Takkeciibrahimağa

İşte bugün yerleşim yerlerinden biraz uzakta, mezarlıkların arasında kalmış bu cami, o bir küp altının ve gönülden edilen duanın kabulünün karşılığı olarak dimdik ayakta. Kitabesinde de belirtildiği gibi, camiyi yaptıran İbrahim Ağa’dır ve inşa tarihi 1592’dir. Cami, mektep ve sebilden meydana gelmiştir. Zamanla mektep yıkılmıştır. Dışarıdan çok gösterişli bir hali olmasa da, ahşap işleri, hatları, çinileri ve kalem işleri ile kendisinden beklenmeyecek bir güzellik içeriye adımınızı atar atmaz sizi çepeçevre sarıyor. Son cemaat yerindeki alt pencerelerin kemer aynalarında mermerden celi sülüsle Fatiha, İhlas, Felak ve Nas sureleri kabartma olarak yazılmıştır.

Takkeciibrahimağa

Takkeci İbrahim Ağa Camisi’nin ünü içerisindeki çinilerden dolayıdır. 16.Yüzyılın en güzel İznik işi çini örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar kaplanmıştır. Narçiçeği kırmızısı, parlak camgöbeği, yeşil, lacivert renkler rumî ve hatayî desenler kullanılmıştır. Bazı panolar tamamen sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniği ile yapılmış yenileri konmuştur. Bunlardan bazılarının Gülbenkyan tarafından Lizbon’daki Salazar Müzesi’ne hediye edildiği bilinmektedir. Caminin yan duvarlarında ki çinilerde, rüyaya ve yapılışına sebep olan küp dolusu altına atıfda bulunurcasına  küpler çizilmiştir. Ahşap kubbe yaldızlı çatı ile dilimlenmiş, eteklerindeki mukarnasları altın yaldızlı iki sıra badem ve yapraklarla tezyin edilmiştir. Kubbe göbeğinde yuvarlak içinde tekrarlanan bir ayet bulunmaktadır.  Ve gördüğüm en muhteşem ahşap kubbedir. Acı kahverengi ahşap kubbeye altın yaldızla işlenen damlacıklar ve badem figürleri gece parlayan yıldızları anımsatır. Kalem işleri de ayrıca söz edilmeye değer; günümüze kadar gelirken güzelliğinden ve özelliğinden hiç bir kayba uğramamış, sanki dün yapılmış gibi capcanlıdır.

Takkeciibrahimağa

İnsanların muhabbetinden ve ayak izlerinden uzak halde ama E-5 gibi bir ana yolun yapılmasıyla yolun bir kenarında kalarak, aradığı muhabbeti göz değmesi ve nazarlardan sağlayan bu cami iki kez esaslı onarım görmüştür. Bunlardan ilki 1830 yılında, ikincisi ise 1985’te Vakıflar İdaresi tarafından yapılmıştır. Topkapı’nın ilk yerleşim alanında yer alan ancak yeni yolların açılmasıyla yerleşim alanlarından uzaklaşan Takkeci İbrahim Ağa Camii’nin restorasyonu İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 2008 yılında tamamlanmıştır. Bu yalnız, gözlerden uzak şaheser cami her türlü iltifatı hakediyor ve ziyaretçilerini bekliyor. Oraya kadar gitme lütfunda bulunanlar için ayrıca hemen caminin bitişiğinde bulunan Topkapı Kültür Parkını ve Topkapı Türk Kültürü parkını da gezmelerini tavsiye ederim.

NURGÜL DURU

SİNEMA MÜZESİ

BEYOĞLU SİNEMA MÜZESİ

İstanbul sinema müzesi: Beyoğlu Atlas Pasajı’ n da yer alan, Türkiye’nin ilk sinema müzesi sanatseverlerle buluştu. Metroda Şişhane durağında inip İstiklal Caddesi üzerinde biraz yürüyerek varabilirsiniz. Müze 4 katlı olup hafta içi ve hafta sonu cumartesi günlerinde ziyaretçilerini ağırlıyor. Bilet fiyatları öğrenci 15 TL tam 30 TL’ dir.
Türk sinemasının Hafıza havuzu, Yeşil Perde, 3 Boyutlu Sinema, Kamera, Hikaye, Yeşilçam ve daha niceleri…
Türk sinemasının en önemli isimlerinin filmlerini, giydikleri kıyafetlerini görebilirsiniz. En eğlenceli telefon sahneleri, nostaljik telefonların ahizelerinde mevcut. Telefonu kaldırdığımda kendimi adeta filmin içinde buldum.  Sevdiğim sahnelerden olduğunu görünce her telefonu merakla denedim  acaba hangi film sahnesi çıkacak diye ve sanki ben konuştum, filmin içinde gibiydim.





Süt Kardeşler, Şark Bülbülü, Turist Ömer, Neşeli Günler gibi daha birçok filmlerden sahneler yer alıyordu. Beni en çok etkileyen odalardan biriydi burası.

sinema müzesi sinema müzesi
Dünya sinemasına ilişkin bilgiler de yer alıyordu. Türk sinemasına dair 8 binin üzerindeki filmin sinopsisini de görebileceksiniz.
Giriş katında, Türk sinemasının Hafıza Havuzu ‘n da film afişleri ile dijital bir bellek hazırlanmış. Kemal Sunal ve Adile Naşit in balmumu heykelleri ile fotoğraf çektim. Süt Kardeşler filminden bildiğimiz Gulyabani de ayrıca dikkatimi çekmişti.

İlk katına çıktığımda odanın içinde çeşitli ekran ve tabletler de eski Türk filmlerinden kesitleri izlemek mümkün.
İkinci katta ise, ödüllü filmlere yer verilmiş ve bazı ödüller sergilenmişti. Türk filmlerinin afişlerini koymuşlar ortaya, ben Kemal Sunal ı seçip sürüklediğimde hayatı ve oynadığı filmler karşıma çıkmıştı.

SİNEMA MÜZESİ

Yeşil perdede kendinizi seçtiğiniz filmin içinde bulup o anı fotoğraflayıp maille kendinize yollama fırsatınız oluyor.
Üçüncü katta ise süreli sergilere yer verilmişti.
Tabii buraya kadar gelmişken tarihi Atlas Pasajında alışveriş yapıp, İstiklal Caddesi’ ni gezmek de çok keyifliydi benim için.

BAHAR AKDENİZ

IHLAMUR KASRI

Ihlamur Kasrı’ nda Bir Kış Günü

Ihlamur Kasrı İstanbul Beşiktaş’ta bulunan tarihi bir yapıdır. Ilk olarak Osmanbey metro durağından indiğinizde bir anda Nişantaşı sokaklarında bulursunuz kendinizi. Nişantaşı’nın o eski evleri ve modern dükkanları arasında yeni ile eski mimariyi bir arada görürsünüz.Sokaklardan geçerken bazı ünlü simalarla karşılaşabilirsiniz. (Biz 2 kişi gördük ) Nişantaşı’nın ara sokaklarından geçtikten sonra hemen ufak bir yokuş inip Ihlamur Kasrı’ na varırsınız Ihlamur kasrı’ nın giriş ücreti 5 TL’dir kasıra girer girmez ördekler ve tavus kuşları karşılar sizi tavus kuşları keşke kanatlarını açsada da o muhteşem görkemli kanatlarının görselliğini görsek diye iç geçirirsiniz. İki tane görkemli yapı karşılar sizi. Toplam iki adet köşkten oluşur bir tanesi Maiyet Köşkü Diğeri ise Merasim Köşkü.





Maiyet Köşkü şu anda Restaurant olarak kullanılmaktadır diğer Köşk ise müze haline getirilmiştir müze haline getirilen köşkte Padişah Abdülmecit zamanından kalma oturma odaları yer almaktadır (görkemli). Malesef içerde çekim yasak olduğu için çekemedik. İçerisi için çok fazla ip ucu vermek istemiyorum  gidip yerinde görmenizi isterim. Pandemi den dolayı Maiyet köşküne biz giremedik. Iki köşkte birbirinden ihtişamlı birbirinden güzel. Işığı ayarladığınız zaman muhteşem fotoğraflar için sadece tek yapmanız gereken deklanşöre basmak oluyor. Gerek muhteşem merdivenleri gerek kapıları gerek pencerelerindeki görkemli çerçeveler.

 




Ihlamur Kasrı nın bahçesi daha doğal fotoğraflar çekmek için de tam ideal bir yerdir ortasında ufak bir gölet. Etrafında pembe çiçekleri ile örtünmüş ağaçlar bulunmaktadır. Bahçe oldukça yeşile bürünmüş bu haldedir. Bir tarafta mavilik bir tarafta yeşil (ağaçlar çimler) bir tarafta hayvanlar diğer tarafta tarihi köşkler daha ne istenirki. Bahçede ilerlerken önünüze tavşanlar çıkıverir Tabi tavşanlar bir kümesin içindedir.

 

 

Biz gittiğimiz zaman Yaklaşık 40- 50 adet tavşan vardı. Bahçe oldukça hayvanlara da ev sahipliği yapmaktadır. Bir yanda kediler bir yanda tavus kuşları bir yanda ördekler diğer yanda kediler Zaman zaman bahçe aniden kalabalıklaşıveriyor çünkü bahçe düğün çekimleri ve diğer çekimler için oldukça fotoğrafçılar tarafından rağbet görüyor. Bazı ziyaretçilerde zaten sadece fotoğraf karesi yakalamak için geliyor. Baktınız bahçe kalabalık hemen çıkıverin bahçenin içinden. Tam karşısında dinlenmek için Barış Parkı var bizim etrafımızda olan parklardan biraz farklı bir park. Bank şekilleri olsun oturma düzenleri olsun genelde tek kişilik banklar ve sıralı merdivenler üzerinde oluyor banklar. İstanbul’un birçok tarihi yerine gördüğümüz o renkli merdivenlerin üzerine küçük banklar konmuş ve o bankların üzerinde Barış işaretleri yer alıyor. Parkın girişine zaten birçok devletin bayrakları yer alıyor. Küçük ama dinlenmek için ideal bir alan. Peki gelirken Nişantaşı’nın ara sokaklarından gelmiştik giderken ise Beşiktaş sokaklarına girelim. Bakalım oralarda neler var.

 

ŞEYMA TOSUN

NAKKAŞTEPE MİLLET BAHÇESİ

 

KIŞIN NADİR GÜZEL GÜNLERİNDEN BİR GÜNDE

Nakkaştepe Millet Bahçesi Üsküdar’ın merkezi konumunda olan bir bahçedir. Onu diğer millet bahçelerinden ayıran en önemli ve genelde ziyaret amacı olan özelliği, Boğaz manzaralı olmasıdır.

Millet bahçesine eğer Kuzguncuk tarafından geliyorsanız ve yürümeyi seviyorsanız, gelirken bir çok özel güzelliğe de şahit olabilirsiniz. Örneğin : Mahallenin beslediği sokak hayvanları ( kedi ve köpeklerin kavga etmeden birlikte oynamaları), bir çok dinin simgesi (cami, kilise, mezarlık ve bu dinsel ögelerin yan yana oluşu) ve en önemlisi kocaman yokuş .

 

Biz ilk gittiğimiz için o koca yokuşu çıkmak zorunda kaldık. (inmesi zevkli ama) Koca yokuşun ardından geldik millet bahçesine. Manzarası çıktığınız yokuşun yorgunluğunu hemen unutturuyor. O kadar güzel ve büyüleyici ki sanki İstanbul ayaklarınızın altında. Bahçe, bir çok oturma alanına da sahip. Kim istemez ki sohbetini, pikniğini böyle bir manzarada yapmak? Bir çok seyir terası da mevcut. Fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, farklı açılardan, güzel manzaradan objektifiniz ile güzel anlar yakalayabilirsiniz. Ayrıca farklı aktivite alanlarıda mevcut (tenis, zeplin, macera parkuru). İçerisinde ayrıca biyolojik gölet ve yapay şelale mevcut. Su sesinin verdiği dinginlik, adeta ”su akar deli bakar” sözünü doğrular cinsten,  sizi şehrin stresinden uzaklaştırıp başka hülyalara dalmanızı kolaylaştırıyor. Bu alan da çocuklarla birlikte toplu kitap okuma etkinliği yapılabilir diye düşünüyorum. Ya da yine toplu şekilde resim yapma etkinliği.




Bana sorarsanız en güzeli çayınızı alıp, en tepesinden manzaraya bakmak. Uzun uzun manzaraya bakarken, geçmişe gitmek yada geleceği düşlemek; kendinizi hesaba çekmek ve kendi içinize dönmek. Geçmişle gelecek arasına bir köprü, içimizle dışımız arasına bir kapı olma görevini bu eşsiz manzara gönüllü olarak yerine getirecektir.

Giderken eğer toplu taşıma kullanacaksınız Koç Holding tarafından gelinmesini tavsiye ederim. O güzelim yokuştan inmesi kolayda, çıkması biraz zorlayabilir.

ŞEYMA TOSUN

KARA AHMET PAŞA CAMİ

İDAM EDİLEN PAŞANIN KÜLLİYESİ

Ünlü mimarımız, Mimar Sinan ın pek çok eseri, hem yerli hemde yabancı birçok kişinin ilgisini ve beğenisini toplar. Yaşadığı yıllar içinde teknolojinin malum durumu ile bu devasa eserlerin nasıl meydana getirildiği, orta yaşlarda mimarlık yapmaya başlayan birinin bunca eseri ömrünün kalan kısmına nasıl sığdırdığı en az meydana getirdiği eserler kadar bizlerde hayret uyandırır.

Mimar Sinan ın İstanbul da bir çok eseri mevcuttur ama pek bilinmeyen bir eserini sizlere anlatmaya çalışacağım. Gazi Ahmet Paşa Cami yi yada halk arasında bilinen ismiyle Kara Ahmet Paşa cami. 1554-1571 yılları arasında yapılan bu caminin ilginç bir tamamlanma hikayesi var.

KARA AHMET PAŞA CAMİ

KARA AHMET PAŞA CAMİ

Sarayda damat olan ve veziriazamlığa kadar yükselen, arnavut asıllı bir devlet adamıdır. Saraydaki gizli iktidar çekişmelerinin kurbanı olduğu anlaşılan Ahmed Paşa, Kanûnî’nin kız kardeşi Fatma Sultan ile evli idi. Bazı kaynaklarda Rüstem Paşa’nın kardeşi olarak gösterilirse de bu bilgi doğru değildir. Daha sonra vezîriâzamlığa getirilen Lala Mustafa Paşa onun musâhibi idi. Sağlığında inşasını başlattığı Topkapı mevkiindeki cami, medrese, mektep gibi binalardan müteşekkil külliyesi idamından sonra tamamlanmıştır. İdamından yedi yıl sonra beraatine karar verilmiş ve eşi Fatma sultan tarafından inşaat tekrar başlatılmış. Bu hayratı için bir de vakfiye tanzim etmiş (2 Ramazan 962 / 21 Temmuz 1555), vakfının idaresini kethüdâsı Fîruz’a bırakmıştır. Vakfiyesinde aile efradından herhangi bir kimsenin adı geçmez. Türbesi caminin sağ yanında biraz uzağında bulunmakta olup hanımı Fatma Sultan’ın mezarı türbenin dışında solda muvakkithânenin yan tarafındadır. Her iki mezarda da mezar taşı kitâbesi bulunmamaktadır.


Topkapı’nın iç tarafında medrese, sıbyan mektebi, çeşme ve türbeden ibaret bir külliyenin merkezi olan Ahmed Paşa Camii Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Bugün Ahmed Paşa Külliyesi sadece cami, medrese, türbe ve sıbyan mektebinden ibaret olduğuna göre, vakfiyede bahsi geçen zâviye ile aşhane-imaretin ya hiç yapılamadığına veya külliyenin çevresinde yapılmış iken zamanla yıkılıp ortadan kalktığına ihtimal vermek gerekir. Cami 1696’da bir tamir görmüştür. 1894 zelzelesinde kubbesi zarar görmüş ise de derhal tamir edilmiştir. Cümle kapısı üstündeki Tevfik imzalı celî hatla yazılmış ayetin altındaki 1314 (1896-97) tarihi bu tamire işaret eder. on cemaat yerinde dolap nişleri ile içeride ayetli pencere alınlıklarını da değerli İznik çinileri süsler. Vaaz kürsüsü ile cümle kapısı ve pencerelerin ahşap kanatları, XVI. yüzyıl geçmeli ahşap işçiliğinin güzel örnekleridir. Mahfillerin altlarındaki ahşap tavanlar, benzeri bugüne kadar pek az sayıda gelebilmiş renkli ve altın yaldızlı nakışlarla bezenmiştir.

KALEMİŞİ

KALEMİŞİ

Ahmed Paşa’nın altı köşeli bir plana göre, yine Mimar Sinan tarafından yapılan kubbeli türbesi temiz bir taş işçiliği ile meydana getirilmiş, güzel, nispetli bir eserdir. Evvelce bir saçakla korunmuş olan kapısı üstünde kelime-i tevhid ve 966 (1558-59) tarihi vardır ki bu, türbenin Ahmed Paşa’nın ölümünden üç-dört yıl sonra mezar üzerine yapıldığını gösterir. İçinde yalnız Ahmed Paşa’nın sandukası bulunmaktadır. Daha önce etrafını çeviren hazîrede ki bütün taşlar sökülüp kaldırılmış, yalnız bir iki taş ile Ahmed Paşa’nın zevcesi ve Yavuz Sultan Selim’in kızı Fatma Sultan’ın mezarı kalmıştır.


Camiden içeri girdiğiniz de insanı ilk karşılayan, alçak tavanlı küçük bir koridor ve koridoru geçer geçmez derin bir ferahlık duygusu. O alçak tavandan sonra derin bir kubbe ve geniş bir alanı insan beklemiyor ya da ben beklemedim en azından. Kubbenin etrafında ki pencerelerle içerisi oldukça aydınlık ve çinilere vuran aksi ile muhteşem bir gün ışığı adeta size bir renk resitali sunuyor.

Mahfillerin altında yine alışık olmadığım ahşap tavanlara yapılmış kalem işi her ne kadar gösterişli günlerinden uzak olsa da, mütevazı ve sade duruşuyla bile insanı hayran bırakıyor. Daha detaylı bir gezmeyi hak eden bu güzel cami ve çevresini tekrar görmek için sabırsızlanıyorum.

NURGÜL DURU

 

YÜRÜYEN KÖŞK

Yürüyen köşk, ne güzel değil mi? İnsanı hayal kurmaya teşvik ediyor. Nasıl yürüyor, hangi hızda yürüyor, kiminle yürüyor? gibi birçok soru geliyor insanın aklına.

Evet, yürüyen köşk diye bir yer var. Yalova ‘da. Buraya gitmek için bizim gibi öğrencilerin toplu taşıma kullanması gerekiyor. En rahat ve keyifli olanı deniz otobüsü ve feribot. Yalova da İDO dan indiğiniz zaman, giriş kapısının önünde sizi yürüyen köşk tabelası karşılıyor. İlk gidenler tabelayı görür görmez yakınlarda bir yerde köşkün olduğunu düşünüyorlar. O kadar kolay değildir, bir hikayeye konu olan köşke ulaşmak. 20-25 dakika yürümeniz lazımdır sahilde.

Sahilde birçok manzara karşılar sizi. Fotoğraf çekilmek için ilk olarak kocaman bir kalp karşılar sizi.  sonra da kocaman bir çerçeve. ‘Sanki maviliği resmetmişler içine koymuşlar, lakin bir parçası eksiktir. ”siz” i tamamlamayı bekler çerçeve. Ardından ufak bir sazlığı olan ve denizle birleşen gölet. Ufakta bir köprü. Yol boyunca bir tarafınız yeşil, bir tarafınız mavi. Biraz daha oksijeni içimize çekerek yürüyoruz. Karşımızda o meşhur ağaç ve köşk. Müze girişi ücretli, 1-2 tl gibi sembolik bir rakam. müze görevlisi en fazla 7-8 kişi olması kaydıyla anlatmaya başlar müzenin hikayesini. ben bana anlatılanları aktarıyorum: Atamız burayı sadece önemli toplantıları için yaptırmış. Hizmetlileri dahi sokmamış mekana, o yüzden mutfakta yok bu köşkte. Yemekler karşıdaki bir binada yapılır ve oraya getirilirmiş. Şimdi o bina öğretmen lojmanı olarak kullanılıyor. Köşk iki katlı. Birinci katında toplantı salonu var. Bu odada kahve fincanlarının olduğu bir dolap var ve kahve fincanları çok zarif.( içeride fotoğraf çekilmediği için görüntü alamadık.) Aynı katta başka oda, oturma odası olarak tasarlanmış. Bu odada ki oturma takımları bugünkülere çok benziyor.( gidip, görün! fazlaca ipucu vermeyim 🙂

ikinci katta çıktığımız da hemen dikkatimizi vitrin çekiyor. İçinde yorgan, battaniye gibi çeyizlik ürünler var. Atatürk ün çeyiziymiş, Zübeyde hanım elleriyle bunları hazırlamış. Yine bir oturma odası var, yine modern tarzda döşenmiş. Ayrıca lavabolar ve ufak bir çalışma odası mevcut. Biz açıkçası gördüklerimizi çok beğendik ve de anlatılanları. Diğer kalanları size rehber anlatır artık. Köşkün taşınma hikayesiyle başlayacaktır ilkin. sonra da diğer hikayeler. köşkün bahçesinde o meşhur ağaç ve ufak bir restoran var. Dönüş yolunda ücretsiz servisler eğer isterseniz İDO ya kadar  sizi bırakıyorlar.

Bence ya giderken, ya da dönerken mutlaka sahilden yürüyün. Yolda ki manzaraları kaçırmayın. Marmara da yaşayanlar için günübirlik seyahat durağınız olmalı.

ŞEYMA TOSUN

KUZGUNCUK

Kuzguncuk görülmediği zaman İstanbul görülmüş sayılmaz. Eski İstanbul nasıl bir yer diye merak ediyorsanız, Kuzguncuk canlı olarak görülmezse sadece eski fotoğraflardan görüp, anlayabilirsiniz İstanbul’u. Geçmişle görüntü anlamında bağını koparmamış, her türlü mimari yenilenmeye ve bozulmaya direnebilmiş birkaç yerden biridir.

İstanbul un her iki yakasından da rahatça ulaşabilirsiniz Kuzguncuk a. En önemli özelliği semtin yokuşlu olması. Yokuş birçoğumuz için korkutucu ve yorucu olsa da, sonunda tepeye çıktığınız da göreceğiniz manzara ve çıkana kadar ki semtin size yaşattıkları tüm yorgunluklarınızı unutturacak cinsten. yokuşlardan çıkarken sizi rengarenk küçük evler karşılıyor. Her birinin ayrı bir hikayesi var, biraz dinlemeye meyilli olursanız bu hikayeleri ilham yoluyla duyup, anlayabiliyorsunuz. Yokuşun sonunda geldiğiniz yöne doğru döndüğünüz de karşınızda mavi İstanbul ”aferin! bu yorgunluğun sonunda beni görmeye hak kazandın” diyor âdeta. Renkli evler ve o mavilik sizi kucaklayıp, sarıp sarmalıyor.

Sokaklarda gezerken, arada nostaljik mekânlara rast gelebiliyorsunuz. Bu kâh bir plakçı olabiliyor, kâh bir sahaf, kâh vintage ürünler satan bir dükkan. Burası aynı zaman da birkaç farklı dinin kutsal mekanlarını da bir arada barındırıyor.

Bana göre Kuzguncuk un en güzel yeri, Kuzguncuk bostanlığı. Herkes sevebileceği farklı noktaları keşfedebilir bu semtte, benim ki de bostanlık alan. Bostanın yanından geçerken duyduğum o domates kokusu unutulur cinsten değildi. Koca şehrin ortasında bir vaha gibi karşılıyor bu bostan. Envayi çeşit sebze ve meyve bu bostanın nimetleri. Bir anda deniz, eski sokaklar ve köy esintisi içinde neyi yaşadığınızı sorgulamaya başlıyorsunuz. Eğer yolunuzu çarşamba günü buraya düşürmeyi başarırsanız, burada kurulan pazardan nasiplenebilirsiniz.

 

 

Semtin zevk sahibi sakinleri, evlerinin balkonlarını birer küçük cennet bahçesine çevirmeyi başarmışlar. O küçücük alanlara onca güzellikleri nasıl sığdırdıklarını düşünmek bile insana ayrı bir mutluluk veriyor.

İstanbul da yaşayan ve dünyanın en güzel şehrini ziyaret maksadıyla gelenler için Kuzguncuk un anlatacağı çok şeyler var. Sadece oraya ulaşmak ve gönül gözünüzü açık tutmak, sesleri işitmekten öteye duymaya çalışmak yeterli olacaktır.

ŞEYMA TOSUN.

GÜZ GEZİLERİ

ADİLE SULTAN KASRI

Sonbaharın esintileri yavaş yavaş hissedilmeye başlamışken İstanbul da gezmek daha bir keyifli olmaya başladı. İnsanı gün içinde gezmekten alıkoyan nemli sıcaklık, yerini daha ılık ve hafif esintilere bıraktı. O yüzden de gün içinde yeni yerleri keşfetmek için ayırdığımız vakit bereketlendi.

Şimdi, gezilecek yerlere değinelim. Adile Sultan Kasrı dediğimiz de birçoğumuzun sadece ismini bildiği ama görmeyince zihninde yer bulamayan bir mekana gidelim dedik.

Evet, bu şekilde zihnimiz de canlanmadı ama burası aynı zamanda Hababam sınıfının çekildiği mekan dersek, herkes ‘’Aman! Orası mı?’’ diyecektir.

 

 

Hababam Sınıfı nın çekildiği Adile Sultan Kasrı, Üsküdar Altunizade de yer almaktadır . Hem Anadolu hem Avrupa yakasında yaşayanlar için ulaşımı oldukça kolaydır. İki farklı giriş karşılar sizi.  Birinci giriş, Sultan Abdülaziz Av köşkü yönüdür. İkinci giriş ise direkt olarak Adile sultan kasrına sizleri çıkarır. Birinci girişten girmenizi tavsiye ederim çünkü harika bir orman havası karşılıyor sizi.  Yeşilin her bir tonu arasından kasrı gördüğünüzde inanılmaz bir atmosfer oluyor. Tabi ki fotoğraflarda öyle. Gerçi artık bu yeşil tonları, bakırın tonlarına doğru evrilerek bize birçok açıdan değişik açılarda harika fotoğraflar çekmemizi sağlıyor.

Arka bahçe de emekli öğretmen ve huzurevi var orada öğretmenlerimizle güzel sohbetler edebilir, hatıralarıyla eğlenceli vakit geçirebilir ve gönüllerini almış olursunuz ki bu sizi de derinden mutlu edecektir.

Adile sultan kasrına girişinde Hababam Sınıfı sahneleri canlanıyor hemen gözünüzde. Sanki Hafize ananın merdivenlerden elinde zille koşa koşa inişini görüyor ve zili duyuyor gibi oluyorsunuz. İçeriye ilk girdiğinizde bir restorant karşılıyor sizi (yeme içme). Restorantın yanında o meşhur sınıf 11 Edebiyat A.

 

 

Tüm karakterlerin heykelleri olmasa da( Hafize Ana, İnek Şaban, Güdük’ün var) o atmosfere hemen sokuyor sizi. Üst kata çıkmak yasak ama biz ufak bir kaçmakla çıkma fırsatı bulduk ve inanılmaz fotoğraflar çektik ve güzel anılar biriktirdik. İç mekan çekimler için inanılmaz bir yer tavsiye edilir.  En az 1 saat gezebileceğiniz bir yer biz 2 saatte  zor çıktık.

 

ŞEYMA TOSUN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BULUTLAR VE HEKİMOĞLU

 

İkindi ezanı okunduğunda yakınımda konumlanmış camiler yerine dik bir yokuşu çıkmayı göze alarak Hekimoğlu Ali Paşa camin de namaz kılmayı istedim. Ben nefes nefese yokuşu tırmanıp camiye ulaşana kadar cemaat dağılmış ve yağmur çiselemeye başlamıştı. Girdim ve namazımı kıldım. Özlediğim ve içinde olmaktan oldukça mutluluk duyduğum mekândaydım. Bir namaz kılımı uğradığım bu camiden,  gelip geçen bir yabancı gibi bir solukta ayrılmak oldukça güçtü benim için.

Tespihimi alıp namaz kıldığım alandan uzaklaşıp kenara iliştim. Sırtımı soğuk taş duvara yaslayıp, yağmur damlaları ile kırılan görüntüsüne rağmen cami avlusunu seyrediyorum, tane tane çekerken tespihimi. Soğuk ve yağmurlu bir hava olduğu için, normalde uzun yürümekten hoşlanmayan birçok insanın kestirme olarak kullanıp doldurduğu avlu bugün oldukça tenha. Tek tük başı öne eğik, eli şemsiyeli insanlar koşar adımlarla geçiyorlar pencerenin önünden. Bense adeta saniyelerle yarışan, her yere koşarak ulaşmaya çalışan bir şehir insanı değil de, Nuri Bilge’ nin zamanın içinde akıp yitmeyi reddeden, düşünmeyi fütursuzca yaşamaya tercih ederek zamanın kendi içinden geçmesine izin veren karakterlerinden biri olmak istiyorum. Öylece damlaları seyretmek, camda buğulanmış zemine bir şiir kondurmak. Bir namaz kılımı için uğramışta, Hekimoğlu’ nun evinde misafirliğe yatıya kalmışım gibi bir köşede sakince oturmak.

Ağırdan tespih taneleri düşüyor avucumdan tane tane, damlalar  soğuk camdan süzülüyor hare hare, ve iç sıkıntılarım eriyor hane hane. Bir tane senfonisi yükseliyor mavi kubbeye doğru, boncuklar, damlalar ve dualar ile. Yıllar öncesinden bir günü yaşıyor gibiyim, sanki camın önünden akıp giden eski bir zaman ve ben içerden bir film seyreder gibi şimdiki zamanı yaşıyorum. Bak köşeden döndü bile on altı yaş halim. O zamanda yağmurdan kaçmıyormuşum meğer. Ne tuhaf,  gençken daha aceleci olduğumu düşünürdüm hâlbuki. Herkes yağmurdan koşarak kaçarken önüne bakarak, bense o günde, bugünde düşen damlaların gözümü rahatsız etme ihtimalini hiçe sayarak gökyüzüne bakarak. Oldum olası yapılmayanı yapmak, sevilmeyeni sevmek, itilmişi kucaklamak gibi bir huy edinmişliğim vardır. Herkes güneşli havada gökyüzünü seyretmeyi sever, bense yağmurlu ve kapalı havada. Gerçi bunda ileri derecede astigmat olduğumdan dolayı aydınlığa bakamam da etkilidir, ama güneşli,  pırıl pırıl bulutsuz bir gökyüzü oldukça rutin ve sıkıcı gelir. Hâlbuki bulutların açıklı koyulu öbek öbek birbirlerinin üstüne binerek adeta yarışmasını seyretmek, hangi bulutun yağmuru indireceğini tahmin etmek, bulutların şekillerinden geleceğe dair kehanetler uydurmak oldukça eğlencelidir. Hava iyice kararıp bulutlandığı vakit, yağmurun birden bastıracağını anlamak ve bir an önce varmak istediği yere ulaşmak, ya da sığınacağı bir saçak altı aramak İstanbul insanının sünnetidir. Ben küçükken yağmurun geleceğini fark ettiğimde bahçelik alandaysam yere yatıp, evdeysem balkona uzanıp, sınıftaysam dersi bırakıp camdan bulutları seyrederdim. Masallar uydurmak, tahminler yapmak kısaca hayal dünyasını zenginleştirmek için en basit, masrafsız ve malzemesiz tek etkinlik gökyüzünü seyretmektir. Öğretmenlik yaptığım yıllarda bunu sık sık öğrencilerimle tekrar etmiş ve benim aldığım zevki onlarında aldığını fark etmiştim. Bak şimdi. Sadece çocukluğum, ilk gençliğim değil yakın geçmişimde gözümün önüne geldi. Bulutlar. Nelere kadirsiniz siz. Küçükken gelecek hayaliydiniz, şimdi geçmişime yol oldunuz.

Camın önünde otururken avluya düşen yağmur damlaları adeta avluyu geçmişe açılan bir tünele çevirdi. Yağmur yağmasa da bu tünel açılır mıydı acaba? Ya da ben bunca aradan sonra buraya gelmeyi yağmurla bir güne nasıl denk getirdim? Hangi tevafuk açık bir havada başlayan yolculuğumu Ali paşaya geçmeye karar verdikten sonra yağmura döndürdü? Bilmiyorum, bilemiyorum. Ama böyle olmasından son derece mutluyum. Tek sıkıntım başka yerde eşi benzeri olmayan nadide kütüphanenin şu an kapalı olması. Hâlbuki onu da ziyaret etmek için çok hevesliydim. Adet olduğu üzere haftanın birkaç günü kütüphanede verilen klasik sanatlardan birine de denk gelmeyi başarabileceğimi düşünüyordum. Başka hiçbir kütüphane, buradaki gibi bir caminin tonozlu cümle kapısının üstünde konuşlanıp, kitabın baş üstünde tutulmasını şeklen göstermemiştir.  Bugün uygulamalı Türk sanat eserleri kütüphanesine dönüşen yapı içerisinde ayrıca el yazması eserleri korumak adına tavana asılı halde duran mahfazalı bölüm vardır. Korunaklı bölüm değerli kitapları her türlü haşereden korumak adına bu asılı odada muhafaza altına almıştır. Bu başka yerde rastlanmayan kitaba değer verme bu değeri koruma bile benim ilgimi buraya yöneltmeme yeterde artardı bile.

 

Son yıllarda gerek eski eserleri daha bir sahiplenip koruma adına, gerekse bunların turistik bir değer olarak kabul edilmesi sebebiyle birçok selatin camilerin bahçeleri değişik peyzajlarıyla göz doldurmakta ve bu hususa önem verilmekte. Hekimoğlu Ali Paşa camii ise yıllar öncesinde bu konuda benzerlerine göre fazlaca şansa sahip olmasıyla ayrı bir dikkat çekmekteydi. İlkokul yıllarında yazın sıcağında biraz serinlemek için cennet misali bu avluya sığınmak, ya da avludaki çift geçişle yolu kısaltmak için ortasından geçmek isteği yolumuzu illaki bu yapıya yöneltirdi. O yıllarda bile bahçesi farklı renklerdeki güllerle, hanımelleriyle, sümbülleriyle, mor salkımlar, Medine çiçekleriyle bir koku festivaline döner, avludan geçerken hafif bir baş dönmesiyle sarsılır ve bir banka ilişirdik. Devasa çam ağaçları, ladin ve akasyalar, mavi serviler, yaşlı çınarlar gökyüzüyle irtibatı keser ve sıcak yaz günlerinde cehennem kızgınlığında ki güneşi bu cennetten parça serin avluya Rıdvan misali sokmazlar, buranın ruhani ferahlık veren atmosferini korurlardı.

Şimdi gidiyorum. Nasıl ki burayı ilk gördüğümdeki benle, gördükten sonraki ben arasında fark olmuşsa, bugün buraya uğrayan benle, yüreğinin bir köşesini şuradaki hanımeli gibi avlunun bir köşesine asmış ben arasında da bir fark olmuştu.

NURGÜL DURU