İSTANBUL ŞEHİR HATLARI

İSTANBUL’ UN BEŞ HÂLİ

5
(2)

SABAH VAKTİ:

 Güne Eyüp Sultan da başlamak lazım. İstanbul’un neresinde olursan ol Eyüp Sultan başlangıç noktan, arz-ı halifen olmalı. Sabah ezanıyla birlikte, sultanla bir safta durup, âlemlerin sultanını kalbinde hissederek rahmana secde etmek, servilerin tekbirini duyabilmek, çınarların Esma-ül Hüsnalarını ve onlarla yeknesak olup toprağa düşmek, kalkmamak gerek. Gözyaşıyla birlikte iman tahtasından süzülüp, yere düşüp çatlamak gerek. Camiden çıkıyorum, borcunu ödemenin verdiği hafiflikle duyularım daha bir açık uyaranlara. O yüzden etrafımdaki her şeye daha dikkatli bakıyor, daha keskin işitiyorum ve derin soluk alıyorum etrafımdaki tüm hoş kokulardan mahrum kalmamak adına. Cami eşiğinde ki mermer basamak gözüme takılıyor. Aşınmış mermerlere kimlerin ayaklarının değdiğini Allah bilir, mermer şahitlik eder. Ben ise sadece o ayakların sahiplerini hayal ederim, kapı eşiğindeki aşınmışlığa, yaşanmışlığa bakarak. Avlu nereye açılır, ya da neyi hıfzeder çevrelemesiyle kafam karışır. İçerde miyim yoksa dışarıda mı? Rüzgâr yüzümü okşar kendime getirir hafiften, çınarın yavruları dallar, üzerindeki yapraklarla seslenir uğurlar beni, uyandırır beni bu hülyadan. Camiinin köşesinden dönerim ağır adımlarla, düşünceli miyim, hüzünlü müyüm, yoksa?? Mezarlar, hayatı sorgulamama sebep olur daha çok. Az olan hüzündür. Birçok mezar o kadar eskidir ki, artık üzülmenin yersizliği hüznümü dengeler. Nasıl biri oldukları, nereden geldikleri, ne yaşadıkları belli değildir, ama hepsinin nereye gittikleri belli.

 Merdivenleri tırmanıyorum, ağır ağır. Dilimde yine o şiir. Lise yıllarım aklıma geliyor, neşelenmem lazım, sağlı sollu mezar taşları neşemi bölüyor. Her merdiven çıkışımda beynimde güzel bir müzikle fonlanmış Ahmet Haşim şiiri.

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

         Şiir akşamı işaretliyor, bense sabahı yaşıyorum.

Pier Loti’ deyim. Soluk soluğa kalmışım. Ölmüşlerin ağırlığı mı çöktü üstüme ne? Birden önüm aralanıyor, tepede öylece güne karşı duruyorum. Manzara beni tekrar hayata bağlıyor. Ne tuhaf! Az önce başka bir âlemde kendimle hesaplaşıyordum, şimdi ise hayata akıp karışmak istiyorum. Yaşayıp, hayata karışmak için yemek gerek. Bende öyle yapıyorum. Simit, peynir, zeytin ve çay en kadim dostlarım. Yerken, İstanbul’u seyrediyorum, gözümün önümdeki gözüm İstanbul u. Süleymaniye en tepeden hâkim manzaraya, Topkapı sarayı köşeden kadraja girme çabasında, adını bildiğim bilmediğim nice binalar ve evler karşımda. İstanbul semalarına bardağın dem renginden bakmak gerek diyorum içimden, her yudumda şükretmek, sonra bu az oldu deyip bir fırt daha çekmek. Çaya atılan şekerin erimesi kadar dertleri gönülde eritmek gerek. Ve öyle yapıp, ince belli bardağın içindeki kalan çayın renginden bakıyorum. Gözüme dayadığım bardak kirpiklerimi ısıtıyor, manzara içimi.

 

ÖĞLE VAKTİ:

Öğle vakti ömürler durgun akar, sen bundan haberdar mısın? Fark etmezsin ama hem çocukluk bir su gibi akar avuçlarından, hem de yaşlılık. Günün öğle saati gibi ömründe öğle vakti durgundur. Ne yapacağını bilemezsin ama yerinde de duramazsın, kalkıp gitmek istersin ne adresin bellidir, ne menzilin. Orta yerde durur öylece hayatından geçenleri seyredersin. Hayatın geçişini seyreder. Elini uzatıp tutmak istersin, elin erişmez. Geçmişin mi seni tutar, gelecek korkusu mu çözemezsin. Öylece durursun ömrün öğle vaktinde, kendini tanımak için nadasa ya bırakırsın düşüncelerini, duygularını. Eğer ömrünün bu vaktini anımsamak istersen, öğle vakti iniver Eminönü ne. Yeni cami gibi sende seyreyle âlemi. Koşanları, bağıranları, para hırsını, alın terini, ihaneti, sadakati, cesareti, esareti gör. Ne tarafa nasıl koşacağını hesapla. Herkesle birlikte akmak için hazırlan Eminönü nehrinde. Paçalarını sıva, kollarını sıva, hayallerini sırala; kalbinde ki hırsları, beynindeki tilkileri kovala. Tam karar verip atlayacakken, gelen ezan sesiyle sarsıl, mıhlan, olduğun yerde çakıl. Bir önünde akan nehre bak, birde akan ömrüne. Ne tarafta olacağına karar veremeden sıvanan kollarını uzatıver şadırvana. Bırak sen değil yüreğin aksın, izin ver, yol ver, koyuver. 

İKİNDİ VAKTİ:

Yedi tepenin hangisinden bakmak istersen ona git, gün ardına düşerken. Seyreyle temaşayı, sonra gözlerini kapatıp dinle âlemi. Seyrettiğin mi, dinlediğin İstanbul mu aklında kalan? Hangi İstanbul duyularından duygularına akan? Âşık mı kalacaksın onunla Maşuk mu? İçinde kaç ucu yanık mektup biriktirdin adresine ulaşmayan, hasret kokan kaç satır var dilinden düşmeyen say. Say söylemek isteyip de söyleyemediklerini, derinlerine göndermek isteyip de kaç bakış yerlerde süründürdün, hepsini topla. Sonra yaşadığın yılları çıkar. Elinde kalan yaşanmış kabullenilmiş tutsaklığın mı, yoksa yaşamadığın öğrenilmiş çaresizliğin mi? Bir yandan düşün, bir yandan boğazın pırıldayan sularına sal yüreğini. Sonra kendi boğazına düğümlenen hıçkırıkları sal ummana doğru. Birazdan gelip kulağına fısıldayacak Münir Nureddin. Rast akacak önce ummana düşünceler, yanık bir keman taksimiyle üstat girecek ardından:

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın.

AKŞAM VAKTİ

 Akşamlar esrarlı, akşamlar platonik, yorgun ve beklentisiz. Her vakitten daha güzel İstanbul’ da gurup vakti. Kavacık’ tan günü aşıracaksın Sarıyer ardına, biraz sisli, biraz erguvani, biraz istanbuli çokça melankoli. Günü aşıracaksın yarına, vakit bugünden sonra yarından biraz evvel. İlk gençlikten az sonra, vuslattan biraz evvel. Boğazdan eşsiz bir güzele bakar gibi bakacaksın ömrün kalanına. Züleyha’ nın bakışındaki hayranlık gibi, Yakub’un umutlu bekleyişi gibi, Gördüğün son güzel, işittiğin son gazel bu. Bugün son günmüş gibi tat almana bak, yarın hiç yokmuş gibi, belki de son akşam bu. Daldığın hülasa umman gibi, öyle sessiz ve kulak kesileceksin ki hayata, her türlü sesten ayrıştırıp İstanbul u dinleyeceksin. Bir tek akşamüstü; yıllar öncesinden bir akşamüstü, sevmeden ve sevilmeden önce bir akşamüstü, kırmadan ve kırılmadan önce ki bir akşamüstü bu, öyle say, say ki sızın hafiflesin. Sadece İstanbul ve sen varmış gibi. Hafız Burhan ve ezan ses verirken nidasıyla Beşiktaş’ tan, sen ve İstanbul dinleyecek Mihribah’tan.

YATSI VAKTİ:

Bir uşşak ezanla gelir günün sonu, anlamazsın nasıl geçmiştir bir gün, aynı ömrünün geçtiği gibi habersiz fütursuz. İskeleye yanaşırken şehir hatları vapuru, kalkmakla kalkmamak arası oturursun bir koltuk ucunda. Ne doymuşsundur ışıltılı manzaraya, ne de kalkıp gitmek istersin evim dediğin mekâna. Sevdiğin sevdiklerin bekler. Ayaklar isteksiz, gönül kırgın, gönül yorgun; bir ninni söyleyen olsa beşik misali vapurda uyumamak elde değil İstanbul akşamında. Hayatta öyle değil mi? Zorluklar ve üzüntüler belirince, çaresiz kalınca zırhı paslanmış kahraman misali kaçıp göçmek istemez misin hayattan? Tam o yılgınlık anında ‘’gel gidelim vakit tamam’’ dese ölüm meleği, ‘’biraz daha’’ demez misin? Gün yatsı oldu, yarına bakiye zaman şimdi. Bir kabir olsa şehir hatları vapuru, sallansa beşik misali ve hilal dünyayı seyreylerken senin onu seyredişinden habersiz ve umursamazken, ruhunu huzurla teslim etmez misin?

ZEYNEB TONBUŞ

Bu gönderiyi beğendiniz mi?

Derecelendirmek için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama puan 5 / 5. Oy sayısı: 2

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir