Yazılar

KANDİL VE SÜTLAÇ

Dedemler,  anneannemin romatizma ağrılarına İstanbul un rutubetli havasının iyi gelmediğine kanaat getirip köye dönmelerine kadar,  her kandil onların evinde teyzemlerle birlikte maaile kandilleşmek rutin adetlerimizdendi. Teyzem okula giden çocuklarından dolayı akşam ezanına yakın kandilleşmek için teşrif eder, annem ise okul derdi olmadığı için öğle saatlerinde bizi toparlar ve anneanneme getirirdi. Dedem bizi kapıda karşılayıp, kucağında merdivenlerden çıkarır, kardeşimle beni biraz sever, sonra tekrar dükkâna inerdi. Karnımız aç ise öğle yemeği yer, tok ise öğle uykusuna yatırılırdık. Bir vakit sonra pişmiş süt kokusu ile uykudan uyanır, kandil nedeniyle gelişimizi hatırlayarak bu kokunun sebebini tahmin ederek, mutluluk içinde sedir de doğrulurdum. Dedemlerin evi alt katı kâgir, üst katı ahşap yapılmış iki katlı eski bir İstanbul eviydi. Önde bir oda, arkada daha küçük bir oda, mutfak ve tuvaletin iç içe olduğu bir bölüm ve hepsinin ortasında bir sofadan oluşan bu evde, yazları serin sofada oynamak orayı en kıymetli yer yapardı benim gözümde. Arkadaki küçük odayı pek kullanmaz ve sevmezdim. Biraz loştu ve küçük penceresi koyu renk bir keten örtüyle hep kapalı dururdu. İçinde büyükçe bir sandık ve sandığın üstünde üst üste istiflenmiş yorgan ve yastıklar vardı. Ayrıca bir elbise dolabı, valizler, kalabalık misafirler için yedeklenmiş birkaç sandalye, bizler için ayarlanmış oyuncak kutusu, sehpalar odanın demirbaşlarıydı. Birkaç kez penceresinden dışarıya bakmaya cesaret ettiğimi hatırlıyorum. Pencereye çok yakın bir incir ağacı vardı. Hemen ağacın altında ince bir borunun ağzında bir musluk takılıydı. Sonradan bu ağacın ve altındaki musluk bulunan alanın dedemlerin evine ait olduğunu öğrendim. Alt katta kiracı kaldığı için ben bu bahçeyi hiç görmemiştim. Ağacın arka kısmında küçük bir koruluk olduğuna inandıracak kadar ağaç topluluğunun olduğu bir alan vardı. Bir sokak boyunca dedemlerin evi gibi evlerin sıralandığı ve arka bahçelerindeki ağaçların bu meydanı koruluğa çevirdiği belliydi.

Kandil günleri işte bu oda tüm o sevimsizliği ve asık suratlılığından sıyrılır, bambaşka bir havaya bürünürdü. Süt kokusuyla uyandığım an, odanın o hâl zamanının geldiğini anlamıştım. Sedirden sıyrılarak kapıya yöneldim, kapının ağır pirinç kolunu açmak hiçbir zaman kolay olmazdı, yine öyle oldu. İki elimle kapı koluna asılarak kapıyı açmayı başardım. Hemen yan taraftaki odanın kapısı kapalıydı. Kapalı ise artık o vakit gelmiş demekti. Hemen diğer odanın kapı koluna asılıp açtım. Ve işte o muhteşem manzara! Odanın bütün zemini kâse kaplıydı. Kâselerde de dumanı henüz ılık ılık tüten sütlaçlar. Anneannem her kandil onlarca sütlaç yapardı. İki kızları, damatları ve torunlarıyla yenen akşam yemeği için ve komşulara ikramlık olarak sütlaç dağıtılırdı. Ayrıca tüm sokak boyunca sadece komşulara değil, dedemin esnaf arkadaşlarına, arka sokakta yalnız yaşayan teyzelere, öksüz yetim kalmış çocuklara, mahallenin delisine, bekçisine bu sütlaçlar ikindiden sonra tepsilerle dağıtılırdı. Hal böyle iken kaç kâse sütlaç yapıldığını tahmin etmek hiçte zor değildi. Zor olan odanın tüm zeminini sütlaç kaplı olarak hayal etmek. Benim ki hayal değildi, gerçek bir şölen görüntüsü. Annem kapının açılma sesini duymuş mutfaktan gelmişti.

‘’Sakın girme içeri!’’. Zaten öyle bir niyetim yoktu. ‘’Soğuyunca veririm sana’’ dedi, sütlaçları göstererek. Ben yemekten çok, onları böyle topluca görmeyi seviyordum. Yavaşça kapıyı kapattık annemle. O sırada anneannem elinde aşağıda manav dükkânında görmeye alıştığım mavi kâğıtlar ve makasla mutfaktan çıktı. Bu kâğıtları meyve kasalarını açtıkça dedem, meyveleri sarıp sarmalanmış olarak buluyorduk. Yağlı ince bir kâğıttı, birkaç kez bunları tırnağımın yan tarafıyla düzlemiş ve güneşe tutarak mavileşen manzaraya bakmıştım. Elinde makas ve kâğıtla anneannem merdivenin ilk basamağına çöktü. Bende hemen yanına. Elinde ki kâğıtları önce düzleştirdi, sonra kat kat katlayarak küçücük hale getirdi. Sonra başladı makasla kesip şekiller vermeye.
‘’Anneanne ne yapıyorsun?’’ dedim, dayanamayarak. ‘’Birazdan görürsün dedi, sadece izle şimdi, nasıl yaptığımı öğren’’. Kesme işlemi bitince elimden tutarak birlikte arka odaya geçtik. Anneannem elindeki kâğıtları açarak her birini asker gibi sıralanmış sütlaç kâselerinin en önündekinin içine bıraktı. Tepeden baktığımda anneannemin ne yaptığını anladım. Kağıtları katlayıp kesmiş ve şekil vermişti. Mavi kağıtlar beyaz sütlaç zeminin üstüne konulunca hangi şekli aldığı belli oluyordu. Lale, yıldız, kar tanesi, papatya, kalp, bugün hala hatırlayabildiklerim. Sonra bu kağıtların üzerine tuz serper gibi tuzlukla bir şeyler serpmeye başladı anneannem. ‘’O ne?’’, diye sordum, ‘’biber mi?’’ ‘’ Hayır’’ dedi anneannem,’’ tarçın’’
Serpme işlemi bitince kağıtları kaldırıyordu anneannem. Sanki bir sihirbazlık olayına şahit olmuşum gibi hayretler içinde kalıyordum. Kağıdın üzerindeki şekiller sütlaca geçmiş oluyordu ve beyaz zeminde tarçınların çizdiği resimler muhteşem gözüküyordu. Bu serpme işlemi bittikten sonra büyük sinilere her bir şekilden ikişer kase koyup, bana ‘’in aşağı dedeni çağır’’                                                                Koşarak merdivenlerden indim, ayakkabılarımı giymeme gerek duymadan kapının bir adım dışarısına çıkıp dedeme seslendim. ‘’Anneannem seni çağırıyor.’’ Dedem üzerinde mavi önlüğüyle yukarı benim ardımdan geldi. Anneannem elinde koca siniyle sofanın ortasında hazırdı. ‘’Bunları esnafa dağıt’’ dedi anneannem. Dedem siniyi alıp tekrar merdivenlerden indi. Dedem bilumum esnafa sütlaçları dağıtma işini yaparken, anneannem küçük çiçekli tepsilere ikişerli üçerli sütlaç kaselerini yerleştiriyordu. Sütlaçlar tepsideki yerlerini aldıktan sonra, renkli peçetelerle üstünü örtüyor ve dağıtıma hazırlıyordu. Anneannem bir ara ‘’artık büyüdün, bu sefer sen dağıt’’ dedi. Kulaklarıma inanamadım. Bu görevle artık büyük olmanın haklı gururunu yaşayacak, statü atlayacaktım. Ama görevimi eksiksiz yerine getirmeli, kırmadan dökmeden işi sonlandırmalıydım. Anneannem, ‘’bunları dökmeden götürmek bir marifet ama onları sunmakta ayrı bir marifet’’ dedi. Nasıl? demedim ama nasıl der gibi anneanneme baktım. O da bunu anlayarak cevaplamaya koyuldu. ‘’Kapı açılınca hayırlı kandiller diyeceksin. Kaseleri yarın verirseniz iyi olur diyeceksin, onlar Allah kabul etsin, elinize sağlık deyince de amin, afiyet olsun diyeceksin. Her kaseyi verdikten sonra dışarı çıkarken kalanların üstünü mutlaka ört. Yoldan geçen görüp canı çekmesin. Gerçi herkese vermeye çalışıyorum ama tükenir de veremezsek hem mahcup olurum, hem de göz hakkını verememiş oluruz.’’ Dedi. Ben bütün söylenenleri aklımda tutmaya çalışıyordum. Eksiksiz tutuyordum da, ama iş söylemeye gelince aklımda kayıtlı olanlar pek pratiğe geçemiyordu. Utanıyordum herhalde. Buna rağmen ilk sınavımı başarıyla geçiyordum. Eksiksiz komşuları atlamadan, kırıp dökmeden kaseleri dağıtmış, kah ezberlediklerimi söylemiş, kah söylediklerimi sadece ben duymuş, kah söyleyememiş olarak ilk görevimi ifa etmiştim.

ZEYNEB TONBUŞ

TAKKECİ İBRAHİM AĞA CAMİİ

Topkapı semtinde, ayaküstünden  ve yerleşim yerlerinden uzak bir köşede inzivaya çekilmek isterken, geçen zamanla  ana arter bir yolun kenarında kalmış ve her gün binlerce kişiyi selamlar gibi bir mekan. Konumunda ki gariplik kadar yapılış serüveni de ayrı bir garip olan ve belki de bu gariplikler yüzünden kendine has bir hikâyesi ve güzelliği olan, küçük ama şaheser bir cami: Takkeci İbrahim Ağa camii.

Takkeci yada Osmanlı zamanında ki ismiyle Arakiyeci İbrahim Ağa, geçimini keçeden yaptığı takkeleri satarak sağlayan yoksul bir İstanbul sâkini. Hanımıyla birlikte Topkapı semtinde ikamet ediyor ve yoksulluğuna rağmen hayatta ki en önemli arzusu olan bir cami yaptırmak için çabalayan nev-i şahsına münhasır bir kişilik. Cami yaptırma arzusunu birçok yerde dile getiriyor ve etrafındakilerin alay konusu oluyor. Arkadaşları ”ne oldu senin cami işi, ne zaman yaptırıyorsun?” dediklerinde hep aynı cevabı veriyor; Derya tutuştuğu zaman! Ona göre Nemrut un devasa ateşini gülistana çeviren Allah deryayı da tutuşturur, bu garibede bir kapı açar ve duası kabul olur!

Gel zaman git zaman; bir kandil gecesi, bağlı bulunduğu tarikatın şeyhi, rüyasına girer ve hemen Bağdat’a gitmesini emreder. “Derhal Bağdat’a git gel.”  Sebebini düşünmek, akıl ve mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak, gönül erlerinin derdi değildir. O da öyle yapar ve hemen o gün Bağdat yoluna düşer. Uzun bir yolculuk ve bin türlü zahmetten sonra şehre girer. Yorgun, bitkin bir hana girer. Oracıkta ki bir tahta parçasının üzerine kıvrılır. Gözlerini kapatmak üzereyken, yaşlı hancı dikilir başına:
“Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin?”
–  “Âsitâne’den, Dersaâdet’ten geliyorum.”
– “Hayırdır İnşallah, geliş sebebin nedir?”
Önceleri söylemek istemez, ama hancı o kadar ısrar eder ki, rüyasını anlatmak zorunda kalır. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a geldiğini duyan yaşlı hancı kahkahayı basar.
 – “Hay akılsız! Hiç rüyaya ümit bağlanıp bunca zahmete girilir, bunca masraf yapılır mı?Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. Rüyama giren nur yüzlü bir ihtiyar, ‘İstanbul’a git, Topkapı’daki kulübesinde Arakiyeci İbrahim Ağa diye biri var, evini bul, odunluğunda bir küp Bizans altını gömülüdür, al keyfince yaşa’ dedi. Ama rüya ile amel edilmez dedim, hiç üstünde durmadım.”

Hancıyı dinlerken, Arakiyeci İbrahim Ağa’nın gözleri parlamış, tüm yorgunluğu geçmiş. “İşte şimdi derya tutuştu!” diyerek tekrar gerisin geriye, gece gündüz demeden yola düşmüş. İstanbul’ a gelir gelmez de  evinin odunluğunu kazmış, altın dolu küpü topraktan çıkarmış. Camiini inşa etmiş.

Takkeciibrahimağa

İşte bugün yerleşim yerlerinden biraz uzakta, mezarlıkların arasında kalmış bu cami, o bir küp altının ve gönülden edilen duanın kabulünün karşılığı olarak dimdik ayakta. Kitabesinde de belirtildiği gibi, camiyi yaptıran İbrahim Ağa’dır ve inşa tarihi 1592’dir. Cami, mektep ve sebilden meydana gelmiştir. Zamanla mektep yıkılmıştır. Dışarıdan çok gösterişli bir hali olmasa da, ahşap işleri, hatları, çinileri ve kalem işleri ile kendisinden beklenmeyecek bir güzellik içeriye adımınızı atar atmaz sizi çepeçevre sarıyor. Son cemaat yerindeki alt pencerelerin kemer aynalarında mermerden celi sülüsle Fatiha, İhlas, Felak ve Nas sureleri kabartma olarak yazılmıştır.

Takkeciibrahimağa

Takkeci İbrahim Ağa Camisi’nin ünü içerisindeki çinilerden dolayıdır. 16.Yüzyılın en güzel İznik işi çini örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar kaplanmıştır. Narçiçeği kırmızısı, parlak camgöbeği, yeşil, lacivert renkler rumî ve hatayî desenler kullanılmıştır. Bazı panolar tamamen sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniği ile yapılmış yenileri konmuştur. Bunlardan bazılarının Gülbenkyan tarafından Lizbon’daki Salazar Müzesi’ne hediye edildiği bilinmektedir. Caminin yan duvarlarında ki çinilerde, rüyaya ve yapılışına sebep olan küp dolusu altına atıfda bulunurcasına  küpler çizilmiştir. Ahşap kubbe yaldızlı çatı ile dilimlenmiş, eteklerindeki mukarnasları altın yaldızlı iki sıra badem ve yapraklarla tezyin edilmiştir. Kubbe göbeğinde yuvarlak içinde tekrarlanan bir ayet bulunmaktadır.  Ve gördüğüm en muhteşem ahşap kubbedir. Acı kahverengi ahşap kubbeye altın yaldızla işlenen damlacıklar ve badem figürleri gece parlayan yıldızları anımsatır. Kalem işleri de ayrıca söz edilmeye değer; günümüze kadar gelirken güzelliğinden ve özelliğinden hiç bir kayba uğramamış, sanki dün yapılmış gibi capcanlıdır.

Takkeciibrahimağa

İnsanların muhabbetinden ve ayak izlerinden uzak halde ama E-5 gibi bir ana yolun yapılmasıyla yolun bir kenarında kalarak, aradığı muhabbeti göz değmesi ve nazarlardan sağlayan bu cami iki kez esaslı onarım görmüştür. Bunlardan ilki 1830 yılında, ikincisi ise 1985’te Vakıflar İdaresi tarafından yapılmıştır. Topkapı’nın ilk yerleşim alanında yer alan ancak yeni yolların açılmasıyla yerleşim alanlarından uzaklaşan Takkeci İbrahim Ağa Camii’nin restorasyonu İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 2008 yılında tamamlanmıştır. Bu yalnız, gözlerden uzak şaheser cami her türlü iltifatı hakediyor ve ziyaretçilerini bekliyor. Oraya kadar gitme lütfunda bulunanlar için ayrıca hemen caminin bitişiğinde bulunan Topkapı Kültür Parkını ve Topkapı Türk Kültürü parkını da gezmelerini tavsiye ederim.

NURGÜL DURU

KARA AHMET PAŞA CAMİ

İDAM EDİLEN PAŞANIN KÜLLİYESİ

Ünlü mimarımız, Mimar Sinan ın pek çok eseri, hem yerli hemde yabancı birçok kişinin ilgisini ve beğenisini toplar. Yaşadığı yıllar içinde teknolojinin malum durumu ile bu devasa eserlerin nasıl meydana getirildiği, orta yaşlarda mimarlık yapmaya başlayan birinin bunca eseri ömrünün kalan kısmına nasıl sığdırdığı en az meydana getirdiği eserler kadar bizlerde hayret uyandırır.

Mimar Sinan ın İstanbul da bir çok eseri mevcuttur ama pek bilinmeyen bir eserini sizlere anlatmaya çalışacağım. Gazi Ahmet Paşa Cami yi yada halk arasında bilinen ismiyle Kara Ahmet Paşa cami. 1554-1571 yılları arasında yapılan bu caminin ilginç bir tamamlanma hikayesi var.

KARA AHMET PAŞA CAMİ

KARA AHMET PAŞA CAMİ

Sarayda damat olan ve veziriazamlığa kadar yükselen, arnavut asıllı bir devlet adamıdır. Saraydaki gizli iktidar çekişmelerinin kurbanı olduğu anlaşılan Ahmed Paşa, Kanûnî’nin kız kardeşi Fatma Sultan ile evli idi. Bazı kaynaklarda Rüstem Paşa’nın kardeşi olarak gösterilirse de bu bilgi doğru değildir. Daha sonra vezîriâzamlığa getirilen Lala Mustafa Paşa onun musâhibi idi. Sağlığında inşasını başlattığı Topkapı mevkiindeki cami, medrese, mektep gibi binalardan müteşekkil külliyesi idamından sonra tamamlanmıştır. İdamından yedi yıl sonra beraatine karar verilmiş ve eşi Fatma sultan tarafından inşaat tekrar başlatılmış. Bu hayratı için bir de vakfiye tanzim etmiş (2 Ramazan 962 / 21 Temmuz 1555), vakfının idaresini kethüdâsı Fîruz’a bırakmıştır. Vakfiyesinde aile efradından herhangi bir kimsenin adı geçmez. Türbesi caminin sağ yanında biraz uzağında bulunmakta olup hanımı Fatma Sultan’ın mezarı türbenin dışında solda muvakkithânenin yan tarafındadır. Her iki mezarda da mezar taşı kitâbesi bulunmamaktadır.


Topkapı’nın iç tarafında medrese, sıbyan mektebi, çeşme ve türbeden ibaret bir külliyenin merkezi olan Ahmed Paşa Camii Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Bugün Ahmed Paşa Külliyesi sadece cami, medrese, türbe ve sıbyan mektebinden ibaret olduğuna göre, vakfiyede bahsi geçen zâviye ile aşhane-imaretin ya hiç yapılamadığına veya külliyenin çevresinde yapılmış iken zamanla yıkılıp ortadan kalktığına ihtimal vermek gerekir. Cami 1696’da bir tamir görmüştür. 1894 zelzelesinde kubbesi zarar görmüş ise de derhal tamir edilmiştir. Cümle kapısı üstündeki Tevfik imzalı celî hatla yazılmış ayetin altındaki 1314 (1896-97) tarihi bu tamire işaret eder. on cemaat yerinde dolap nişleri ile içeride ayetli pencere alınlıklarını da değerli İznik çinileri süsler. Vaaz kürsüsü ile cümle kapısı ve pencerelerin ahşap kanatları, XVI. yüzyıl geçmeli ahşap işçiliğinin güzel örnekleridir. Mahfillerin altlarındaki ahşap tavanlar, benzeri bugüne kadar pek az sayıda gelebilmiş renkli ve altın yaldızlı nakışlarla bezenmiştir.

KALEMİŞİ

KALEMİŞİ

Ahmed Paşa’nın altı köşeli bir plana göre, yine Mimar Sinan tarafından yapılan kubbeli türbesi temiz bir taş işçiliği ile meydana getirilmiş, güzel, nispetli bir eserdir. Evvelce bir saçakla korunmuş olan kapısı üstünde kelime-i tevhid ve 966 (1558-59) tarihi vardır ki bu, türbenin Ahmed Paşa’nın ölümünden üç-dört yıl sonra mezar üzerine yapıldığını gösterir. İçinde yalnız Ahmed Paşa’nın sandukası bulunmaktadır. Daha önce etrafını çeviren hazîrede ki bütün taşlar sökülüp kaldırılmış, yalnız bir iki taş ile Ahmed Paşa’nın zevcesi ve Yavuz Sultan Selim’in kızı Fatma Sultan’ın mezarı kalmıştır.


Camiden içeri girdiğiniz de insanı ilk karşılayan, alçak tavanlı küçük bir koridor ve koridoru geçer geçmez derin bir ferahlık duygusu. O alçak tavandan sonra derin bir kubbe ve geniş bir alanı insan beklemiyor ya da ben beklemedim en azından. Kubbenin etrafında ki pencerelerle içerisi oldukça aydınlık ve çinilere vuran aksi ile muhteşem bir gün ışığı adeta size bir renk resitali sunuyor.

Mahfillerin altında yine alışık olmadığım ahşap tavanlara yapılmış kalem işi her ne kadar gösterişli günlerinden uzak olsa da, mütevazı ve sade duruşuyla bile insanı hayran bırakıyor. Daha detaylı bir gezmeyi hak eden bu güzel cami ve çevresini tekrar görmek için sabırsızlanıyorum.

NURGÜL DURU

 

KUZGUNCUK

Kuzguncuk görülmediği zaman İstanbul görülmüş sayılmaz. Eski İstanbul nasıl bir yer diye merak ediyorsanız, Kuzguncuk canlı olarak görülmezse sadece eski fotoğraflardan görüp, anlayabilirsiniz İstanbul’u. Geçmişle görüntü anlamında bağını koparmamış, her türlü mimari yenilenmeye ve bozulmaya direnebilmiş birkaç yerden biridir.

İstanbul un her iki yakasından da rahatça ulaşabilirsiniz Kuzguncuk a. En önemli özelliği semtin yokuşlu olması. Yokuş birçoğumuz için korkutucu ve yorucu olsa da, sonunda tepeye çıktığınız da göreceğiniz manzara ve çıkana kadar ki semtin size yaşattıkları tüm yorgunluklarınızı unutturacak cinsten. yokuşlardan çıkarken sizi rengarenk küçük evler karşılıyor. Her birinin ayrı bir hikayesi var, biraz dinlemeye meyilli olursanız bu hikayeleri ilham yoluyla duyup, anlayabiliyorsunuz. Yokuşun sonunda geldiğiniz yöne doğru döndüğünüz de karşınızda mavi İstanbul ”aferin! bu yorgunluğun sonunda beni görmeye hak kazandın” diyor âdeta. Renkli evler ve o mavilik sizi kucaklayıp, sarıp sarmalıyor.

Sokaklarda gezerken, arada nostaljik mekânlara rast gelebiliyorsunuz. Bu kâh bir plakçı olabiliyor, kâh bir sahaf, kâh vintage ürünler satan bir dükkan. Burası aynı zaman da birkaç farklı dinin kutsal mekanlarını da bir arada barındırıyor.

Bana göre Kuzguncuk un en güzel yeri, Kuzguncuk bostanlığı. Herkes sevebileceği farklı noktaları keşfedebilir bu semtte, benim ki de bostanlık alan. Bostanın yanından geçerken duyduğum o domates kokusu unutulur cinsten değildi. Koca şehrin ortasında bir vaha gibi karşılıyor bu bostan. Envayi çeşit sebze ve meyve bu bostanın nimetleri. Bir anda deniz, eski sokaklar ve köy esintisi içinde neyi yaşadığınızı sorgulamaya başlıyorsunuz. Eğer yolunuzu çarşamba günü buraya düşürmeyi başarırsanız, burada kurulan pazardan nasiplenebilirsiniz.

 

 

Semtin zevk sahibi sakinleri, evlerinin balkonlarını birer küçük cennet bahçesine çevirmeyi başarmışlar. O küçücük alanlara onca güzellikleri nasıl sığdırdıklarını düşünmek bile insana ayrı bir mutluluk veriyor.

İstanbul da yaşayan ve dünyanın en güzel şehrini ziyaret maksadıyla gelenler için Kuzguncuk un anlatacağı çok şeyler var. Sadece oraya ulaşmak ve gönül gözünüzü açık tutmak, sesleri işitmekten öteye duymaya çalışmak yeterli olacaktır.

ŞEYMA TOSUN.

BULUTLAR VE HEKİMOĞLU

 

İkindi ezanı okunduğunda yakınımda konumlanmış camiler yerine dik bir yokuşu çıkmayı göze alarak Hekimoğlu Ali Paşa camin de namaz kılmayı istedim. Ben nefes nefese yokuşu tırmanıp camiye ulaşana kadar cemaat dağılmış ve yağmur çiselemeye başlamıştı. Girdim ve namazımı kıldım. Özlediğim ve içinde olmaktan oldukça mutluluk duyduğum mekândaydım. Bir namaz kılımı uğradığım bu camiden,  gelip geçen bir yabancı gibi bir solukta ayrılmak oldukça güçtü benim için.

Tespihimi alıp namaz kıldığım alandan uzaklaşıp kenara iliştim. Sırtımı soğuk taş duvara yaslayıp, yağmur damlaları ile kırılan görüntüsüne rağmen cami avlusunu seyrediyorum, tane tane çekerken tespihimi. Soğuk ve yağmurlu bir hava olduğu için, normalde uzun yürümekten hoşlanmayan birçok insanın kestirme olarak kullanıp doldurduğu avlu bugün oldukça tenha. Tek tük başı öne eğik, eli şemsiyeli insanlar koşar adımlarla geçiyorlar pencerenin önünden. Bense adeta saniyelerle yarışan, her yere koşarak ulaşmaya çalışan bir şehir insanı değil de, Nuri Bilge’ nin zamanın içinde akıp yitmeyi reddeden, düşünmeyi fütursuzca yaşamaya tercih ederek zamanın kendi içinden geçmesine izin veren karakterlerinden biri olmak istiyorum. Öylece damlaları seyretmek, camda buğulanmış zemine bir şiir kondurmak. Bir namaz kılımı için uğramışta, Hekimoğlu’ nun evinde misafirliğe yatıya kalmışım gibi bir köşede sakince oturmak.

Ağırdan tespih taneleri düşüyor avucumdan tane tane, damlalar  soğuk camdan süzülüyor hare hare, ve iç sıkıntılarım eriyor hane hane. Bir tane senfonisi yükseliyor mavi kubbeye doğru, boncuklar, damlalar ve dualar ile. Yıllar öncesinden bir günü yaşıyor gibiyim, sanki camın önünden akıp giden eski bir zaman ve ben içerden bir film seyreder gibi şimdiki zamanı yaşıyorum. Bak köşeden döndü bile on altı yaş halim. O zamanda yağmurdan kaçmıyormuşum meğer. Ne tuhaf,  gençken daha aceleci olduğumu düşünürdüm hâlbuki. Herkes yağmurdan koşarak kaçarken önüne bakarak, bense o günde, bugünde düşen damlaların gözümü rahatsız etme ihtimalini hiçe sayarak gökyüzüne bakarak. Oldum olası yapılmayanı yapmak, sevilmeyeni sevmek, itilmişi kucaklamak gibi bir huy edinmişliğim vardır. Herkes güneşli havada gökyüzünü seyretmeyi sever, bense yağmurlu ve kapalı havada. Gerçi bunda ileri derecede astigmat olduğumdan dolayı aydınlığa bakamam da etkilidir, ama güneşli,  pırıl pırıl bulutsuz bir gökyüzü oldukça rutin ve sıkıcı gelir. Hâlbuki bulutların açıklı koyulu öbek öbek birbirlerinin üstüne binerek adeta yarışmasını seyretmek, hangi bulutun yağmuru indireceğini tahmin etmek, bulutların şekillerinden geleceğe dair kehanetler uydurmak oldukça eğlencelidir. Hava iyice kararıp bulutlandığı vakit, yağmurun birden bastıracağını anlamak ve bir an önce varmak istediği yere ulaşmak, ya da sığınacağı bir saçak altı aramak İstanbul insanının sünnetidir. Ben küçükken yağmurun geleceğini fark ettiğimde bahçelik alandaysam yere yatıp, evdeysem balkona uzanıp, sınıftaysam dersi bırakıp camdan bulutları seyrederdim. Masallar uydurmak, tahminler yapmak kısaca hayal dünyasını zenginleştirmek için en basit, masrafsız ve malzemesiz tek etkinlik gökyüzünü seyretmektir. Öğretmenlik yaptığım yıllarda bunu sık sık öğrencilerimle tekrar etmiş ve benim aldığım zevki onlarında aldığını fark etmiştim. Bak şimdi. Sadece çocukluğum, ilk gençliğim değil yakın geçmişimde gözümün önüne geldi. Bulutlar. Nelere kadirsiniz siz. Küçükken gelecek hayaliydiniz, şimdi geçmişime yol oldunuz.

Camın önünde otururken avluya düşen yağmur damlaları adeta avluyu geçmişe açılan bir tünele çevirdi. Yağmur yağmasa da bu tünel açılır mıydı acaba? Ya da ben bunca aradan sonra buraya gelmeyi yağmurla bir güne nasıl denk getirdim? Hangi tevafuk açık bir havada başlayan yolculuğumu Ali paşaya geçmeye karar verdikten sonra yağmura döndürdü? Bilmiyorum, bilemiyorum. Ama böyle olmasından son derece mutluyum. Tek sıkıntım başka yerde eşi benzeri olmayan nadide kütüphanenin şu an kapalı olması. Hâlbuki onu da ziyaret etmek için çok hevesliydim. Adet olduğu üzere haftanın birkaç günü kütüphanede verilen klasik sanatlardan birine de denk gelmeyi başarabileceğimi düşünüyordum. Başka hiçbir kütüphane, buradaki gibi bir caminin tonozlu cümle kapısının üstünde konuşlanıp, kitabın baş üstünde tutulmasını şeklen göstermemiştir.  Bugün uygulamalı Türk sanat eserleri kütüphanesine dönüşen yapı içerisinde ayrıca el yazması eserleri korumak adına tavana asılı halde duran mahfazalı bölüm vardır. Korunaklı bölüm değerli kitapları her türlü haşereden korumak adına bu asılı odada muhafaza altına almıştır. Bu başka yerde rastlanmayan kitaba değer verme bu değeri koruma bile benim ilgimi buraya yöneltmeme yeterde artardı bile.

 

Son yıllarda gerek eski eserleri daha bir sahiplenip koruma adına, gerekse bunların turistik bir değer olarak kabul edilmesi sebebiyle birçok selatin camilerin bahçeleri değişik peyzajlarıyla göz doldurmakta ve bu hususa önem verilmekte. Hekimoğlu Ali Paşa camii ise yıllar öncesinde bu konuda benzerlerine göre fazlaca şansa sahip olmasıyla ayrı bir dikkat çekmekteydi. İlkokul yıllarında yazın sıcağında biraz serinlemek için cennet misali bu avluya sığınmak, ya da avludaki çift geçişle yolu kısaltmak için ortasından geçmek isteği yolumuzu illaki bu yapıya yöneltirdi. O yıllarda bile bahçesi farklı renklerdeki güllerle, hanımelleriyle, sümbülleriyle, mor salkımlar, Medine çiçekleriyle bir koku festivaline döner, avludan geçerken hafif bir baş dönmesiyle sarsılır ve bir banka ilişirdik. Devasa çam ağaçları, ladin ve akasyalar, mavi serviler, yaşlı çınarlar gökyüzüyle irtibatı keser ve sıcak yaz günlerinde cehennem kızgınlığında ki güneşi bu cennetten parça serin avluya Rıdvan misali sokmazlar, buranın ruhani ferahlık veren atmosferini korurlardı.

Şimdi gidiyorum. Nasıl ki burayı ilk gördüğümdeki benle, gördükten sonraki ben arasında fark olmuşsa, bugün buraya uğrayan benle, yüreğinin bir köşesini şuradaki hanımeli gibi avlunun bir köşesine asmış ben arasında da bir fark olmuştu.

NURGÜL DURU