Yazılar

ÜNLEM

Kütüphanenin her zaman ki,  fincanda kalmış kahve telvesi gibi hissedilen, baskın eski kitap kokusundan ayrı bir kokuyla bezenmiş bir farklılığı vardı bugün. Kokunun sebebini bulmak için, başını kütüphane memuresinin olduğu tarafa çevirdi şair. Masanın üzerinde her zamankinden farklı olarak, İznik çinisi ile nakışlanmış bir vazo ve kocaman bir buket yasemin çiçeği olduğunu görünce kütüphane havasını değiştiren, güzelleştiren sebebi bulmuştu. Yaseminlere bakarken gülümsediğini fark etti. Tam gözlerini onlardan çevirip işine odaklanacaktı ki; koca buket yaseminin ardından memure hanım başını kaldırıp, kendini gösterdi. Bir anda iki kişinin gözleri birbirine kilitlendi. İkisi  de başlarıyla selamlaştılar. Memure hanım tekrar önüne dönüp işine devam etti. Şair ise hala ona ve yaseminlere bakıyordu. Memure hanımda aynı yaseminler gibiydi, beyaz gömlek ve sarı hırkasıyla yaseminlerle ikiz kardeş gibi oturuyorlardı masada. Memure hanım üzerinde ki bakışları hissetmiş olacak ki tekrar başını kaldırıp şaire baktı, hisleri yanılmamıştı, bakışlar üzerindeydi. Şair bakışlarını artık çevirmesi gerektiğini düşünüyor ama çeviremiyordu. Buraya defalarca gelmiş, defalarca bu hanımla sohbet etmişti ama sanki bugün ki kadın başka bir kadındı. Bu derece güzel olduğunu hiç fark etmemişti. Yaseminlerin kokusu beni etkiledi herhalde diye geçirdi içinden. Ve bu düşünce ile sanki büyü bozuldu ve bakışlarını ayırıp, önünde ki kitaplara odaklanmak için yönünü çevirdi.
Yıllardır şiir yazıyor, birçok şiir kitabını sevenleriyle buluşturuyordu. Ama bu sefer bir roman için hazırlanıyordu. Hem araştırma yapmak, hem de kütüphane ortamının verdiği dinginlikten faydalanmak için birkaç haftadır buraya geliyordu. İlk geldiği günden beride kütüphane memuresi ile samimiyet kurmuştu. Bu şekilde hem ulaşmak istediği kitaplara daha kolay ulaşıyor hem de kütüphane içindeki gençlerin sayısının çokluğundan mütevellit, azınlıkta kalan bu ikili birbirlerini yakın ve müttefik görüyorlardı. Öğle saatlerinde kapının önünden geçen simitçiden birkaç kere simit alan şair, memure hanımla çay ve simit eşliğinde kapının önünde gündelik olaylardan çokça muhabbette etmişlerdi. Ama bu samimiyet ve muhabbete karşılık hiç bir vakit, bu hanım , gözüne bu derece güzel gözükmemişti. Önündeki kitaplardan küçük kağıtlara notlar alıyor, sonra kağıtlarda ki notları okuyor ve niye notları aldığına anlam veremiyor, üzerlerini kalemle karalıyordu. Görünen çalıştığı idi ama aklını bu çalışmaya veremiyordu.

Ne kadar süre geçtiğini bilemeden yazdı, karaladı tekrar yazdı bir şeyler. Birden omzunda bir ağırlık hissetti başını çevirdi. Omzunda ki ağırlık memure hanımın eliydi. Kısık bir sesle, çok gömülmüşsünüz notlara, çay molası verin isterseniz! dedi memure hanım. mermi gibi fırladı yerinden, sandalyenin döşemenin üzerinde çıkardığı korkunç sesle yaptığı hareketin pişmanlığını hissetti. Memure hanım hafifçe gülümsedi. Birlikte çay makinasının önüne yürüdüler ve çaylarını alıp kapı önüne çıktılar.

Şair biraz heyecandan, biraz ne yapacağını bilemediği için hemen bir sigara yaktı. Memure hanım onu seyrediyordu, bunun farkında olan şair göz göze gelmek için can çekişirken bir taraftan da bakışlarını kadına çevirmemek için kendini sıkıyordu. Bugün biraz tuhafsınız dedi; kadın. Şair; bilmem, aynıyım halbuki! dedi. Bana öyle geldi herhalde; dedi kadın. Kadın her zaman ki gibi günlük mevzulardan konuşuyordu, şair onu dinlermiş gibi yapıyordu ama yaptığı tek şey kadının gözlerine kilitlenip bakmaktı. Asıl bugün farklı olan sensin; demek istiyordu. Amam söyleyemiyordu. karşısında ki kadın sanki başka bir dilden konuşuyormuş gibi hiçbir dediğini anlamıyor sadece sesler duyuyordu. Kadının jest ve mimiklerinden bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu. Kadının ne anlattığını anlamak için daha bir kilitleniyordu gözlerine, dudaklarına, mimiklerine ve kilitlendikçe daha bir anlamsızlaşıyordu sözler, hareketler, dünya. Şair gözlerini dikmiş kadını çözmeye çalışıyordu. Kadın hem bu ilgiden rahatsız olmuş  hem de yıllar sonra birinin böyle sıcak ve derin bakmasından gizli bir memnuniyet duymuştu. Ama bir şekilde bu anı bu havayı dağıtmalıydı.
Hayat, kocaman bir ünlem koymuş iki kaşınızın ortasına; karşınızdakilere, bu adamın söyleyecekleri , bildirecekleri var diyor adeta. Size de, duygularını içinde tutma mimiklerin değil sözlerin buluşsun günışığıyla demiş; sanki, dedi kadın.
Şair, hiç beklemediği bu sözler karşısında lal oldu. Kışın kendini korumak için her türlü yaşamsal faaliyetlerini durduran ağaç kurbağası gibi nefesini, kalp atışını, duygu ve düşüncelerini birkaç saniyeliğine dondurdu, kaldı. Kadın şairin bakışlarını üzerinden dağıtmak için sözleri seçerek konuşmuştu ama bu işe yaramamış üstelik şairin gözlerini gözlerine mıhlamıştı. İyi misiniz? dedi, kadın.

Şair bir komut beklercesine sıçradı, bu tek soru kelimesiyle. İyiyim diyemedi ama sadece bakışlarını ayırdı kadından. İçeriye doğru bakarak, koridorda gezdirdi bakışlarını, bir kaçış tabelası arıyordu, bulamıyordu. Sonra koridorun duvarındaki aynayı ve aynadaki aksini keşfetti. Kendine baktı. Yüzüne. İki kaşının arasına. Kadının söylediği ünlem işaretine. Aşağı yukarı yirmi küsur senedir o ünlem işareti gibi derin çizgi oradaydı, her aynaya bakışında görüyordu ama onu ünlem olarak düşünmemişti. Üstelik cümle işçisi olmasına rağmen. Kelimelerden ve noktalama işaretlerinden dünyalar kurup, dünyalar yıkmasına rağmen o çizgiye ünlem gözüyle bakmamıştı.
Yere düşürdü bakışlarını. Kadın tekrar sordu, iyi misiniz? Yerden bakışlarını kaldırmadan kafasını evet anlamında salladı ve hiçbir şey demeden arkasını dönüp kütüphaneden çıkmak için kapıya kadar yürüdü, sonra durdu, bedeni bir an önce gitmek için telaş içinde-  ve şair tarafından kabul görmüşken bu eylem- ardında ruhunun kaldığını fark etti. Onun yetişmesini bekledi. Ruhsuz bir şekilde buradan çıkmak istemiyordu.
Kadın onu izliyordu, adamın bile sonradan fark ettiği her şeyi o da yaşıyor gibi hissediyordu. Tek ruh iki beden gibi odada dikiliyorlardı.
Beden ,dedi kadın; ruha dünya üzerinde açılan bir penceredir. Dünya serüveni bitince bu pencere kapanır, başka bir âlemde başka bir pencere ile bakarız kendi ruhumuza. Zamanla eskiyen her pencere gibi tutukluk yapar, gıcırdar, kapatmaya çalışırsın geri teper, kilit tutmaz, kirlenir, paslanır belki de çatlar. Ruhla hemhal olmanı engeller bunlar. Durup ,ona ulaşmamızı engelleyen ne var diye bakmak beklemek iyi gelir. Sonra yavaşça gelir, bedeni kucaklar ruh. İçin bir anda temiz, kuvvetli bir hava girmiş gibi hoplar, ılık ılık şelaleler dökülür gövdene. Anlam veremezsin ne olduğuna. İşte ruh tekrar sana yetişmiştir o zaman. Sonra sustu. Adam kadının anlattıklarını bedeninde hissediyordu. Şaşırmıştı şaşırmaması gerektiğini düşünürken. Birden gövdesi ısındı bacaklarına can geldi, adım attı. ”Selametle ” diyebildi sadece ardına bakmadan. Kadın hiç bir kelimeyi günışığına bırakmadı. Selametle dedi içinden, selametle.

ZEYNEB TONBUŞ

SESSİZLİK DEPREMİ

Bir masal kitabında karşılaştım hayatın gerçeğiyle;
“Birine verilebilecek en büyük ceza ona yokmuş gibi davranmaktır”.
Diyordu.

Siz hiç sizi yok sayan birini kendinizde var ettiniz mi?
Ya da sizi yok sayarak cezalandıran birini körü körüne severek ödüllendirdiniz mi?

Yıllar önce çok büyük hatalar yapmıştı, kabul ediyor ve yürekten yaşıyordu pişmanlığını.
Ama aklı;
“Yetti artık çektiğim ceza, artık affa müstahak olmam gerekmez mi”?
diye muhalefet ediyordu yüreğine.
Neden bu ceza?
Neden bu sessiz öfke? Diye diye bastırıyordu yüreğinin sesini.

Ama anladığı bir şey vardı artık.
“Ben kötü biri değilim.”
deyip duruyordu mütemadiyen. Evet yanlış yaptım, hata yaptım, çok üzdüm onu ama ben bunların hiçbirini bilinçli olarak yapmadım, olanların bu denli canını yakacağını, ona zarar vereceğini hesap edemedim. Yaşadıklarım öylesine ağır ve yıkıcıydı ki; yaptıklarımın sonucunu düşünmek bir yana, yaptıklarıma dahi bir anlam bulamıyordum.
“Ama pişmanım, vallahi çok pişmanım.” deyip kendi kendini haklı çıkarmaya, vicdanını temizlemeye çalışıyordu.
Tam da bu yüzden
“kötü değilim” işte dedi ve ekledi.
Ama O..
O gerçek bir kötü.
Çünkü biliyor ve farkında.
Hiç bir şey yapmamakla çok şey yaptığının farkında, suskunluğunun sonucunu da sessizlik depreminin ardından yaşanan enkazın da farkında.
Tam da bu yüzden kötü işte hem de çok.

Yaşadığı bu gelgitler zihninde ve kalbinde derin yaralar açmış düşünmekten ve vicdan azabı çekmekten yaşayan bir ölüye dönmüştü adeta.
Ama bir yandan da öyle manasız ve çıkarsız sevmişti ki onu, yıllardır yüreğine öylesine işlemişti ki bu duygular, herşeye rağmen “sessizliğe ve sevgisizliğe” rağmen onun güzel bir adam olduğuna her zerresiyle inanmıştı ve onu tüm kötü meziyetlerden azad etmişti kalbi.
Bu sebepten ona kötü demeye bile dili varmıyordu ve “acı bir terennüm” gibi tekrarlıyordu;
Benim için.. ben üzülmeyeyim diye.. kalbim kırılmasın diye..
O iyi..
Ben kötüyüm..

REYHAN SULAMIŞ