İSTANBUL’ UN BEŞ HÂLİ

SABAH VAKTİ:

 Güne Eyüp Sultan da başlamak lazım. İstanbul’un neresinde olursan ol Eyüp Sultan başlangıç noktan, arz-ı halifen olmalı. Sabah ezanıyla birlikte, sultanla bir safta durup, âlemlerin sultanını kalbinde hissederek rahmana secde etmek, servilerin tekbirini duyabilmek, çınarların Esma-ül Hüsnalarını ve onlarla yeknesak olup toprağa düşmek, kalkmamak gerek. Gözyaşıyla birlikte iman tahtasından süzülüp, yere düşüp çatlamak gerek. Camiden çıkıyorum, borcunu ödemenin verdiği hafiflikle duyularım daha bir açık uyaranlara. O yüzden etrafımdaki her şeye daha dikkatli bakıyor, daha keskin işitiyorum ve derin soluk alıyorum etrafımdaki tüm hoş kokulardan mahrum kalmamak adına. Cami eşiğinde ki mermer basamak gözüme takılıyor. Aşınmış mermerlere kimlerin ayaklarının değdiğini Allah bilir, mermer şahitlik eder. Ben ise sadece o ayakların sahiplerini hayal ederim, kapı eşiğindeki aşınmışlığa, yaşanmışlığa bakarak. Avlu nereye açılır, ya da neyi hıfzeder çevrelemesiyle kafam karışır. İçerde miyim yoksa dışarıda mı? Rüzgâr yüzümü okşar kendime getirir hafiften, çınarın yavruları dallar, üzerindeki yapraklarla seslenir uğurlar beni, uyandırır beni bu hülyadan. Camiinin köşesinden dönerim ağır adımlarla, düşünceli miyim, hüzünlü müyüm, yoksa?? Mezarlar, hayatı sorgulamama sebep olur daha çok. Az olan hüzündür. Birçok mezar o kadar eskidir ki, artık üzülmenin yersizliği hüznümü dengeler. Nasıl biri oldukları, nereden geldikleri, ne yaşadıkları belli değildir, ama hepsinin nereye gittikleri belli.

 Merdivenleri tırmanıyorum, ağır ağır. Dilimde yine o şiir. Lise yıllarım aklıma geliyor, neşelenmem lazım, sağlı sollu mezar taşları neşemi bölüyor. Her merdiven çıkışımda beynimde güzel bir müzikle fonlanmış Ahmet Haşim şiiri.

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

         Şiir akşamı işaretliyor, bense sabahı yaşıyorum.

Pier Loti’ deyim. Soluk soluğa kalmışım. Ölmüşlerin ağırlığı mı çöktü üstüme ne? Birden önüm aralanıyor, tepede öylece güne karşı duruyorum. Manzara beni tekrar hayata bağlıyor. Ne tuhaf! Az önce başka bir âlemde kendimle hesaplaşıyordum, şimdi ise hayata akıp karışmak istiyorum. Yaşayıp, hayata karışmak için yemek gerek. Bende öyle yapıyorum. Simit, peynir, zeytin ve çay en kadim dostlarım. Yerken, İstanbul’u seyrediyorum, gözümün önümdeki gözüm İstanbul u. Süleymaniye en tepeden hâkim manzaraya, Topkapı sarayı köşeden kadraja girme çabasında, adını bildiğim bilmediğim nice binalar ve evler karşımda. İstanbul semalarına bardağın dem renginden bakmak gerek diyorum içimden, her yudumda şükretmek, sonra bu az oldu deyip bir fırt daha çekmek. Çaya atılan şekerin erimesi kadar dertleri gönülde eritmek gerek. Ve öyle yapıp, ince belli bardağın içindeki kalan çayın renginden bakıyorum. Gözüme dayadığım bardak kirpiklerimi ısıtıyor, manzara içimi.

 

ÖĞLE VAKTİ:

Öğle vakti ömürler durgun akar, sen bundan haberdar mısın? Fark etmezsin ama hem çocukluk bir su gibi akar avuçlarından, hem de yaşlılık. Günün öğle saati gibi ömründe öğle vakti durgundur. Ne yapacağını bilemezsin ama yerinde de duramazsın, kalkıp gitmek istersin ne adresin bellidir, ne menzilin. Orta yerde durur öylece hayatından geçenleri seyredersin. Hayatın geçişini seyreder. Elini uzatıp tutmak istersin, elin erişmez. Geçmişin mi seni tutar, gelecek korkusu mu çözemezsin. Öylece durursun ömrün öğle vaktinde, kendini tanımak için nadasa ya bırakırsın düşüncelerini, duygularını. Eğer ömrünün bu vaktini anımsamak istersen, öğle vakti iniver Eminönü ne. Yeni cami gibi sende seyreyle âlemi. Koşanları, bağıranları, para hırsını, alın terini, ihaneti, sadakati, cesareti, esareti gör. Ne tarafa nasıl koşacağını hesapla. Herkesle birlikte akmak için hazırlan Eminönü nehrinde. Paçalarını sıva, kollarını sıva, hayallerini sırala; kalbinde ki hırsları, beynindeki tilkileri kovala. Tam karar verip atlayacakken, gelen ezan sesiyle sarsıl, mıhlan, olduğun yerde çakıl. Bir önünde akan nehre bak, birde akan ömrüne. Ne tarafta olacağına karar veremeden sıvanan kollarını uzatıver şadırvana. Bırak sen değil yüreğin aksın, izin ver, yol ver, koyuver. 

İKİNDİ VAKTİ:

Yedi tepenin hangisinden bakmak istersen ona git, gün ardına düşerken. Seyreyle temaşayı, sonra gözlerini kapatıp dinle âlemi. Seyrettiğin mi, dinlediğin İstanbul mu aklında kalan? Hangi İstanbul duyularından duygularına akan? Âşık mı kalacaksın onunla Maşuk mu? İçinde kaç ucu yanık mektup biriktirdin adresine ulaşmayan, hasret kokan kaç satır var dilinden düşmeyen say. Say söylemek isteyip de söyleyemediklerini, derinlerine göndermek isteyip de kaç bakış yerlerde süründürdün, hepsini topla. Sonra yaşadığın yılları çıkar. Elinde kalan yaşanmış kabullenilmiş tutsaklığın mı, yoksa yaşamadığın öğrenilmiş çaresizliğin mi? Bir yandan düşün, bir yandan boğazın pırıldayan sularına sal yüreğini. Sonra kendi boğazına düğümlenen hıçkırıkları sal ummana doğru. Birazdan gelip kulağına fısıldayacak Münir Nureddin. Rast akacak önce ummana düşünceler, yanık bir keman taksimiyle üstat girecek ardından:

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın.

AKŞAM VAKTİ

 Akşamlar esrarlı, akşamlar platonik, yorgun ve beklentisiz. Her vakitten daha güzel İstanbul’ da gurup vakti. Kavacık’ tan günü aşıracaksın Sarıyer ardına, biraz sisli, biraz erguvani, biraz istanbuli çokça melankoli. Günü aşıracaksın yarına, vakit bugünden sonra yarından biraz evvel. İlk gençlikten az sonra, vuslattan biraz evvel. Boğazdan eşsiz bir güzele bakar gibi bakacaksın ömrün kalanına. Züleyha’ nın bakışındaki hayranlık gibi, Yakub’un umutlu bekleyişi gibi, Gördüğün son güzel, işittiğin son gazel bu. Bugün son günmüş gibi tat almana bak, yarın hiç yokmuş gibi, belki de son akşam bu. Daldığın hülasa umman gibi, öyle sessiz ve kulak kesileceksin ki hayata, her türlü sesten ayrıştırıp İstanbul u dinleyeceksin. Bir tek akşamüstü; yıllar öncesinden bir akşamüstü, sevmeden ve sevilmeden önce bir akşamüstü, kırmadan ve kırılmadan önce ki bir akşamüstü bu, öyle say, say ki sızın hafiflesin. Sadece İstanbul ve sen varmış gibi. Hafız Burhan ve ezan ses verirken nidasıyla Beşiktaş’ tan, sen ve İstanbul dinleyecek Mihribah’tan.

YATSI VAKTİ:

Bir uşşak ezanla gelir günün sonu, anlamazsın nasıl geçmiştir bir gün, aynı ömrünün geçtiği gibi habersiz fütursuz. İskeleye yanaşırken şehir hatları vapuru, kalkmakla kalkmamak arası oturursun bir koltuk ucunda. Ne doymuşsundur ışıltılı manzaraya, ne de kalkıp gitmek istersin evim dediğin mekâna. Sevdiğin sevdiklerin bekler. Ayaklar isteksiz, gönül kırgın, gönül yorgun; bir ninni söyleyen olsa beşik misali vapurda uyumamak elde değil İstanbul akşamında. Hayatta öyle değil mi? Zorluklar ve üzüntüler belirince, çaresiz kalınca zırhı paslanmış kahraman misali kaçıp göçmek istemez misin hayattan? Tam o yılgınlık anında ‘’gel gidelim vakit tamam’’ dese ölüm meleği, ‘’biraz daha’’ demez misin? Gün yatsı oldu, yarına bakiye zaman şimdi. Bir kabir olsa şehir hatları vapuru, sallansa beşik misali ve hilal dünyayı seyreylerken senin onu seyredişinden habersiz ve umursamazken, ruhunu huzurla teslim etmez misin?

ZEYNEB TONBUŞ

DAĞ ORMANINDA KURUYUP KALAN TEK AĞAÇ

 

Başı her daim dumanlı bir dağın ulu sedirlerle kaplı kayalık yamacında, etrafındaki kurumlu uluları seyreden ve seyrederken de içlenen, içlendikçe kendini kurumlamadan kurutan, çatlak kayaya yaslanmış kavruk bir ağacım. Gösterişli uluların içindeyim amma velakin, bakanın direk gözüne çarpan, çarpınca da ”bismillah” çektiren, çokluğun içinde biganeyim.

Öyle farklıyım ki oraya ait olmamam gerektiğini kabul etmemek nâ mümkün. Varlığımı sorgulamak bakan her gözün tasdiki. İnkar edilemez kurumlular içindeki yalınlığım. Bu yüzden bir kuvvetli bileğe, bir keskin baltaya bakar ömrüm. Gerçi dayandığım çatlak kaya olmasa bu kadar yaz, bu kadar kış görür müydü gözüm? Bir yanım yaslandığı için çatlak kayaya ancak tek yönden vurabilir balta, ne kadar hızlı da vursalar yıkılmam kayadan yana ve kayadan yana da vuramazlar bana. Öylece vurulan her darbeyle üstlerine yıkılırım korkusuyla göz zevklerine inat dururum ulular ortasında.

Gökyüzüne gözümü açtığımda değildim böyle kuru, böyle yalnız, böyle yalınayak sırtı çıplak. Benimde dallarım oldu bir ucu mağrip bir ucu maşrık. Yapraklarımın sık aralıkları bir kaşağı dişlileri gibiydi, bin bir kuşa yuva, börtü böceğe sığınak olurdu dört mevsim. Ne zaman ki etrafıma bakmayı değil görmeyi tercih ettim o vakit içimi kemiren kurtlar peyda oldu, sardılar günbegün.  Önce özsuyumu içtiler, şölen kurdular damarlarımda sonra sıkılınca şölen alanından belki de gün yüzünü merak ettiklerinden damarlarımdan süzülüp tenimi dolandılar. Dallarım kurumlandı önce ’’ niye bende tüm mahlukat, ya kırarlarsa o güzelim sırma yapraklarımı, kime sorup ev bark kurdular?’’ deyip iç kemiren kurtları buyur etti dallarım. Kollar misali sarıp sarmaladı yuvaları bozulsun davetsizlerin diye, kurum kurum kurumlandı gün be gün. Lakin bünyeye ters duygular canlılığını yitirtti varlığımın. Yitip giderken de canımdan can ala ala, çığ misali önüne geçilemez hızda başladı kendi içimde sürgünüm. Önce yapraklar düştü bir bir gelmeden güzüm, nereye dedim gözüm, nereye benden habersiz? Duyuramadım sesimi, duymak istemediler. Rüzgara boyun eğmek huyları oldu. Sonra şairin de dediği gibi, gidenler memnun ki yerinden dönen yok seferinden deyip dallarda katıldı göç kervanına. Kaldım. Kala kaldım, geri kaldım geride durmadan. Bende olmayanların derdine yanmadan başkasında olanlara baktım hırsla. Yavaş yavaş söndüm, içime döndüm.

Bir zaman sonra kabullendim, zenginliğimi çıplaklığımda gördüm. Sıyrıldıkça, sıyırdım benliğimi. Kuruyan kurumlu çalımımdı, ben asıl şimdi hayat buldum. Etrafımdakiler acıyarak bakarlar bana mutluluğumun haddini bilmeden. Bense hudutlarımı çizdim kurumlanan güneş olsa değemez tenime. Öylece koca bir dağın sert yamacında büyük, gösterişli, ulu sedir ormanının tam ortasında gösterişinden sıyrılmış, kendine dönmüş bir yalın sedirim, kavruk, çatlak, hantal bir kayaya yaslanmış.

ZEYNEB TONBUŞ

KANDİL VE SÜTLAÇ

Dedemler,  anneannemin romatizma ağrılarına İstanbul un rutubetli havasının iyi gelmediğine kanaat getirip köye dönmelerine kadar,  her kandil onların evinde teyzemlerle birlikte maaile kandilleşmek rutin adetlerimizdendi. Teyzem okula giden çocuklarından dolayı akşam ezanına yakın kandilleşmek için teşrif eder, annem ise okul derdi olmadığı için öğle saatlerinde bizi toparlar ve anneanneme getirirdi. Dedem bizi kapıda karşılayıp, kucağında merdivenlerden çıkarır, kardeşimle beni biraz sever, sonra tekrar dükkâna inerdi. Karnımız aç ise öğle yemeği yer, tok ise öğle uykusuna yatırılırdık. Bir vakit sonra pişmiş süt kokusu ile uykudan uyanır, kandil nedeniyle gelişimizi hatırlayarak bu kokunun sebebini tahmin ederek, mutluluk içinde sedir de doğrulurdum. Dedemlerin evi alt katı kâgir, üst katı ahşap yapılmış iki katlı eski bir İstanbul eviydi. Önde bir oda, arkada daha küçük bir oda, mutfak ve tuvaletin iç içe olduğu bir bölüm ve hepsinin ortasında bir sofadan oluşan bu evde, yazları serin sofada oynamak orayı en kıymetli yer yapardı benim gözümde. Arkadaki küçük odayı pek kullanmaz ve sevmezdim. Biraz loştu ve küçük penceresi koyu renk bir keten örtüyle hep kapalı dururdu. İçinde büyükçe bir sandık ve sandığın üstünde üst üste istiflenmiş yorgan ve yastıklar vardı. Ayrıca bir elbise dolabı, valizler, kalabalık misafirler için yedeklenmiş birkaç sandalye, bizler için ayarlanmış oyuncak kutusu, sehpalar odanın demirbaşlarıydı. Birkaç kez penceresinden dışarıya bakmaya cesaret ettiğimi hatırlıyorum. Pencereye çok yakın bir incir ağacı vardı. Hemen ağacın altında ince bir borunun ağzında bir musluk takılıydı. Sonradan bu ağacın ve altındaki musluk bulunan alanın dedemlerin evine ait olduğunu öğrendim. Alt katta kiracı kaldığı için ben bu bahçeyi hiç görmemiştim. Ağacın arka kısmında küçük bir koruluk olduğuna inandıracak kadar ağaç topluluğunun olduğu bir alan vardı. Bir sokak boyunca dedemlerin evi gibi evlerin sıralandığı ve arka bahçelerindeki ağaçların bu meydanı koruluğa çevirdiği belliydi.

Kandil günleri işte bu oda tüm o sevimsizliği ve asık suratlılığından sıyrılır, bambaşka bir havaya bürünürdü. Süt kokusuyla uyandığım an, odanın o hâl zamanının geldiğini anlamıştım. Sedirden sıyrılarak kapıya yöneldim, kapının ağır pirinç kolunu açmak hiçbir zaman kolay olmazdı, yine öyle oldu. İki elimle kapı koluna asılarak kapıyı açmayı başardım. Hemen yan taraftaki odanın kapısı kapalıydı. Kapalı ise artık o vakit gelmiş demekti. Hemen diğer odanın kapı koluna asılıp açtım. Ve işte o muhteşem manzara! Odanın bütün zemini kâse kaplıydı. Kâselerde de dumanı henüz ılık ılık tüten sütlaçlar. Anneannem her kandil onlarca sütlaç yapardı. İki kızları, damatları ve torunlarıyla yenen akşam yemeği için ve komşulara ikramlık olarak sütlaç dağıtılırdı. Ayrıca tüm sokak boyunca sadece komşulara değil, dedemin esnaf arkadaşlarına, arka sokakta yalnız yaşayan teyzelere, öksüz yetim kalmış çocuklara, mahallenin delisine, bekçisine bu sütlaçlar ikindiden sonra tepsilerle dağıtılırdı. Hal böyle iken kaç kâse sütlaç yapıldığını tahmin etmek hiçte zor değildi. Zor olan odanın tüm zeminini sütlaç kaplı olarak hayal etmek. Benim ki hayal değildi, gerçek bir şölen görüntüsü. Annem kapının açılma sesini duymuş mutfaktan gelmişti.

‘’Sakın girme içeri!’’. Zaten öyle bir niyetim yoktu. ‘’Soğuyunca veririm sana’’ dedi, sütlaçları göstererek. Ben yemekten çok, onları böyle topluca görmeyi seviyordum. Yavaşça kapıyı kapattık annemle. O sırada anneannem elinde aşağıda manav dükkânında görmeye alıştığım mavi kâğıtlar ve makasla mutfaktan çıktı. Bu kâğıtları meyve kasalarını açtıkça dedem, meyveleri sarıp sarmalanmış olarak buluyorduk. Yağlı ince bir kâğıttı, birkaç kez bunları tırnağımın yan tarafıyla düzlemiş ve güneşe tutarak mavileşen manzaraya bakmıştım. Elinde makas ve kâğıtla anneannem merdivenin ilk basamağına çöktü. Bende hemen yanına. Elinde ki kâğıtları önce düzleştirdi, sonra kat kat katlayarak küçücük hale getirdi. Sonra başladı makasla kesip şekiller vermeye.
‘’Anneanne ne yapıyorsun?’’ dedim, dayanamayarak. ‘’Birazdan görürsün dedi, sadece izle şimdi, nasıl yaptığımı öğren’’. Kesme işlemi bitince elimden tutarak birlikte arka odaya geçtik. Anneannem elindeki kâğıtları açarak her birini asker gibi sıralanmış sütlaç kâselerinin en önündekinin içine bıraktı. Tepeden baktığımda anneannemin ne yaptığını anladım. Kağıtları katlayıp kesmiş ve şekil vermişti. Mavi kağıtlar beyaz sütlaç zeminin üstüne konulunca hangi şekli aldığı belli oluyordu. Lale, yıldız, kar tanesi, papatya, kalp, bugün hala hatırlayabildiklerim. Sonra bu kağıtların üzerine tuz serper gibi tuzlukla bir şeyler serpmeye başladı anneannem. ‘’O ne?’’, diye sordum, ‘’biber mi?’’ ‘’ Hayır’’ dedi anneannem,’’ tarçın’’
Serpme işlemi bitince kağıtları kaldırıyordu anneannem. Sanki bir sihirbazlık olayına şahit olmuşum gibi hayretler içinde kalıyordum. Kağıdın üzerindeki şekiller sütlaca geçmiş oluyordu ve beyaz zeminde tarçınların çizdiği resimler muhteşem gözüküyordu. Bu serpme işlemi bittikten sonra büyük sinilere her bir şekilden ikişer kase koyup, bana ‘’in aşağı dedeni çağır’’                                                                Koşarak merdivenlerden indim, ayakkabılarımı giymeme gerek duymadan kapının bir adım dışarısına çıkıp dedeme seslendim. ‘’Anneannem seni çağırıyor.’’ Dedem üzerinde mavi önlüğüyle yukarı benim ardımdan geldi. Anneannem elinde koca siniyle sofanın ortasında hazırdı. ‘’Bunları esnafa dağıt’’ dedi anneannem. Dedem siniyi alıp tekrar merdivenlerden indi. Dedem bilumum esnafa sütlaçları dağıtma işini yaparken, anneannem küçük çiçekli tepsilere ikişerli üçerli sütlaç kaselerini yerleştiriyordu. Sütlaçlar tepsideki yerlerini aldıktan sonra, renkli peçetelerle üstünü örtüyor ve dağıtıma hazırlıyordu. Anneannem bir ara ‘’artık büyüdün, bu sefer sen dağıt’’ dedi. Kulaklarıma inanamadım. Bu görevle artık büyük olmanın haklı gururunu yaşayacak, statü atlayacaktım. Ama görevimi eksiksiz yerine getirmeli, kırmadan dökmeden işi sonlandırmalıydım. Anneannem, ‘’bunları dökmeden götürmek bir marifet ama onları sunmakta ayrı bir marifet’’ dedi. Nasıl? demedim ama nasıl der gibi anneanneme baktım. O da bunu anlayarak cevaplamaya koyuldu. ‘’Kapı açılınca hayırlı kandiller diyeceksin. Kaseleri yarın verirseniz iyi olur diyeceksin, onlar Allah kabul etsin, elinize sağlık deyince de amin, afiyet olsun diyeceksin. Her kaseyi verdikten sonra dışarı çıkarken kalanların üstünü mutlaka ört. Yoldan geçen görüp canı çekmesin. Gerçi herkese vermeye çalışıyorum ama tükenir de veremezsek hem mahcup olurum, hem de göz hakkını verememiş oluruz.’’ Dedi. Ben bütün söylenenleri aklımda tutmaya çalışıyordum. Eksiksiz tutuyordum da, ama iş söylemeye gelince aklımda kayıtlı olanlar pek pratiğe geçemiyordu. Utanıyordum herhalde. Buna rağmen ilk sınavımı başarıyla geçiyordum. Eksiksiz komşuları atlamadan, kırıp dökmeden kaseleri dağıtmış, kah ezberlediklerimi söylemiş, kah söylediklerimi sadece ben duymuş, kah söyleyememiş olarak ilk görevimi ifa etmiştim.

ZEYNEB TONBUŞ

PARÇALANMAK/TOPARLANMAK/DAĞILMAK

TOPARLANMAK- NOT KAĞITLARI

İlk kağıt parçasını eline alıp okumaya başladı. Sanki ilk defa görüyormuş gibi, bunları yazan başkasıymış gibi yüzün de hayret ifadeleri belirmiş şekilde okuyordu. sonra sesli okumaya başladı.

” Bu şehirdir kimini içine alıp sindiren, kimini safra edip yol veren, kimini de değirmen taşı misali yer ile gök arasında öğüten. Bu şehirdir, yazdığın hikaye de rol kesmek yerine sana yeniden hikaye yazdıran. Ah! bu şehir, sevdiğin sevmediğin, tanıdığın tanımadığın yüzlerce insanı tesadüfen karşına çıkartırken, üç yüz altmış beş güne inat çarpı on yıllara, bir kere bile seninle tesadüf ettirmeyen. Bu sebepten, doğduğum şehre düşmanım on yıllardır. Bastığım yerlerde ayak izim değil, kin izimdir ardımda kalan.” Vay be! düşmanmışım şehre. Ne oldu da yazdım acaba bunu? Sonra gülümsedi, hayret dolu ifadeyle, ikinci kağıt parçasına geçti.





” Başımı kaldırmadan yürüyesim var; kaldırsam da görecek sen mi varsın karşımda? Gözlük numaram değişti, ilerledi, ama değiştirmeye bile lüzum görmedim; netleşmedi o yüzden şehir gözümde. Netleşse ne olacak, seni karşıma çıkarmayan şehirde neydi ki görülüp yüzümü güldürecek olan? Düşmanım yeni güne. Her yeni günle düşmanımın kollarına atılmaktan onursuz yaşama alışmış bir kürek mahkumu gibi çekiyorum hayatı. Çektikçe hayata bağlayan damarlarım incelirken, nefretimi besleyenler kas yapıyor gün be gün. Ama sıyrılıp ta gidemiyorum nefretimin tümcesinden. Bir bakıma onu vazgeçilmez kılan, senin onda oluşun. Gitsem ardımda şehir değildir kalan. Kalan ve yalan öznede sen, sen şehirde, şehir benim içimde. yani gitsem gidemem, gittiğim yine sen olursun başka şehirde. Velhasıl şehirde kalıyorum, yanında kaldığımı sanarak. Senden gittiğim gün, şehirden gidişimdir, paslanmış zırhımdan sarkan kılıcım sürterken toprağa.                                                                                                          ” Şehirden gidemem. Değerlidir yine de her şey gözümde. Senin zerren kadar değerlidir. Soluduğumuz hava aynı mıdır bu şehirde? Belki de içime çektiğim oksijen senin ciğerlerin de dolaşıp karbondioksit olarak gökyüzüne salınmıştır. Senin ciğerine değmiştir o hava, düşünsene, sözlerim bile değmemişken ciğerine. İşte bu ihtimaldir asık suratlı, ağır, metalimsi şehir havasını benim için yayla şenliğine dönüştüren”.

ZEYNEB TONBUŞ

YEŞİL YURT

BİZ SENİN GÖZLERİNDEN GÖRDÜK ARSLANLARA MEYDAN OKUYAN O CEYLANI

 

Yoldayken tek düşündüğümüz şey gidilecek noktaya ne denli hızlı varabileceğimizdir bu şehirde Çünkü saatler bir işe, mekana, tanıdıklara, eve yetişmeye ayarlanmıştır. Biz bunca şeye yetişmeye çalışırken saatimiz, kendimize yetişmeye pek acele etmez… Tam bu sırada yolda rastladığımız bir anne İstanbul’da yaşayan birine çok şey anımsatır çocuklarının elini tutuşuyla: Sakinliği.

Bu bulunduğun mekan ile çok terstir fakat zaten annenin görevi de bu tersliklere yaptıklarıyla dikkatleri toplamak değil midir? Müthiş bir fedakârlık yaparken bunu bir yorgunluk olarak görmeme bize göre tersliğin ta kendisidir, fakat ona göre ? İşte hikâye burda başlar, olaylara, kişilere, neye nasıl bakarız; bir gün bir anneye ve çocuklarına nasıl baktım ve size nasıl anlatmaya çalıştım:

YEŞİL YURT
Bir maskenin altında kaküllerinden görebildiğimiz kadarıyla bakan gözler başka bir deyişle bugünün en güzel bakan gözleri… Öyle biz gibi sadece etrafa bakan gözlerden bahsetmiyorum,belki aylardır dışarı çıkmamış ve en büyük işi “gözlemlemeyi” hiç gerçekleştirmemiş gözlerden bahsediyorum. Dünyanın en güzel gözleri trende yol alırken denize kafasını dönüp bakan bu üç çekik gözlü Afgan çocuğun gözleridir ve ondan da daha güzel olan gözler varsa, etrafa bakarken gözlerinin yeşiliyle huzur ve sakinlik aşılayan bir annenin gözleridir ,çocuklarının ortasına geçmiş adeta bir yurttur bu anne yeşil bir yurt .
Bu en güzel gözler,minik elleriyle giderken el salladılar ve gözleriyle gülümseyen anne selamladı. Böylelikle bir hikayeye,duyguya tanık oldum. (Yeşilyurt durağından)

ESRA ÇOBAN

BEN SENİ UNUTMAK İÇİN SEVMEDİM

UNUTMAK/ UNUTULMAK/ UNUTAMAMAK

“Ölümle tanıştıktan sonra anladım yaşamın bir kimlik belgesi olduğunu” der Erdem Bayazıt. Ölüm büyütür…öyle bir büyümek ki bu, yaşamına yaşanmış ve sonlanmış bir hayat ekler, sen artık sen ve anıların değil; O, onunla yaşadıkların ve sen olursun, etkisi büyük ve tesirli, hele de anlar yaştaysan.
Nuri Pakdil’in “Anlamak fiilinden meşaleler yapılmalı; yeryüzünde birbirimizi görebilmek için.” dediği gibi mühim bir mevzu olmalı anlamak! Ölümü anlamak, yaşamayı, hatırlamayı, hatırlanmayı ve tüm bunların kıymetini anlamak bir çift bakan değil gören gözle görmeye benziyor ve gören gözler zor unutur, her ne kadar insan” unutan” manasına gelse de.


Hatırlamak ne büyük nimet değil mi? Bir tırtıl bir koza örerek nasıl muhteşem bir kelebeğe dönüştüğünü hatırlar mı yaşamının son birkaç gününde? Ama insan doğurulduğu ânı hatırlamamasına rağmen, kendi içindeki koza örüşünü, sonucunda kendini doğurduğu ânı, kanatlarını açıp özgürlüğü haykırdığı ve ben artık bir bireyim  deyişini, ”bu dünyada ben de varım ve hatırlanmaya değerim!” dediği ânı eminim ki hatırlar ve hatırlamalı da.
“Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” der Sokrates , buna ek hatırlanmayan hayat yaşama devam etmeye değer mi? Diyor ve ekliyorum en korktuğum(uz) fiil unutmak ve unutulmak. Dünyaya bırakılan çocuklar, yapıtlar, belki de bu yazı bir gün şu kervandan göçtüğümüzde, unutulmamak temennisine duacı ve bu duacı biliyor ki” Ben seni unutmak için sevmedim” mısraları dahi sevmenin hatırlanmaya ne kadar kenetlenmiş bir sarmaşık olduğunu aşikâr kılmakta.
Sıcacık sevgisinden sonra ölümün soğuk yüzüyle ilk defa tanıştığım, en büyük, en neşeli arkadaşım Nenem’ e ve ölümüyle büyüdüğümü hatırlatan kıymetli Dedeme ithafen ”ben sizi unutmak için sevmedim”..

ESRA ÇOBAN

BELİSARİUS KULESİ

BİZANS’ TAN BERİ BOĞAZ SULARINDA Kİ TEK YAPI KIZ KULESİ Mİ?

BELİSARİUS KULESİ

6 .y.y ile 19. y.y arasında, İstanbul Boğazında Kız kulesinden başka, insan yapımı bir başka kulenin daha olduğunu biliyor musunuz? Ya da hiç duydunuz mu? Varlığı, çeşitli seyyahların seyahatnamelerinde anlatılmış, birçok gravür ve askeri haritalarda çizilerek  ispat edilmiş ama günümüze ulaşamamış bu yapı, tarih boyunca Belisarius Kulesi olarak anılmış.

Peki kim bu Belisarius? Bizans’ın ünlü komutanı Belisarius 532 yılında, Hipodrom’ da başlayan Nika ayaklanmasını bastıran, doğudaki ve batıdaki seferleriyle imparatorluğun egemenliğini pekiştiren ve Gloria Romanorum Belisarius unvanıyla anılmış, Kalkhe kapısına altın yaldızlı bir heykeli dikilmiş ünlü komutan. Bütün bunlara rağmen, Jüstinyen’e yönelik bir suikast hazırlığı ortaya çıkarılmış, suikastçılar arasında onun ismi de belirlendiğinden, imparator onu tutuklatıp  bu kulede gözaltında tutmuştu. Muhtemelen kule, komutanın sevenleri tarafından kaçırılmasını engellemek için kıyıdan yaklaşık 25-30 metre açığa ve yine bu kuleyle ilgili anlatım ve çizimlerle 3-4 katlı olduğu tahmin edilen hapishaneye hapsedilmiş. Adı da Belisarius Kulesi olarak hep anılmış. Bu yapıdan ilk bahseden, Floransalı gezgin Christoforo Buondelmonti’nin eliyle çizdiği İstanbul haritasında, kuleyi, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirtir. İlk büyük Osmanlı yapılarından başka, Vlanga Limanı’nın batı ucunda, onlardan bağımsız bir deniz kulesi açıkça görülebiliyor. Kayalıklara oturtulmuş, dörtgen planlı ve üst sınırında dendanlı olan kulenin en eski görüntüsü bu.

Belisarius Kulesi

Christoforo Buondelmonti gravürü

Pîrî Reis’in Kitab-ı Bahriye’sine dayanılarak minyatür tekniğinde çizilen bir görüntüde, coğrafi konumu bakımından yaklaşık olması gereken yerde bir deniz kulesi belirgin şekilde yer alıyor. Sahil surlarından açıkta, yanına kırmızı mürekkeple “Kule-i Hamza” yazılı olduğu halde net çizgilerle verilen yapı, bir kayalık (ada) üzerinde, üst kesiminde konsollar üzerinde oturan genişletilmiş bir katla vurgulanıyor.

Belisarius Kulesi

Kitab_ı Bahriye/ Kule-i Hamza





Osmanlı sarayında, Nakkaş Osman’a bağlı atölyede yazılan Hünernâme adlı eseri resimlediği düşünülen Velican adlı nakkaş, 1579/80’de yazımına başlanan bu eserde, İstanbul’un fethinin anlatıldığı bölüme bağlı olarak şehrin bir haritasını sunmaktadır. Bu harita, yoğun yapılaşmanın dışında aradığımız şeyi bir kez daha gözler önüne serer.

Belisarius Kulesi

Hünername- Belisarius Kulesi

Guillaume-Joseph Grelot’nun 1680 yılında basılmış olan Konstantinopolis Gezisi adlı eserinde İstanbul topografyasını detaylı bir şekilde çizmiş ve kulenin varlığını da bu çizimlerde göstermiştir. Sultan IV. Mehmet dönemindeki bir ziyaretin bilgilerini içeren 306 sayfalık kitapta yer alan gravürlerini, geçen ay, Kadırga Kültür Merkezin de açılan gravür sergisinde, yakından inceleme fırsatım oldu. Fotoğrafını da çektim.

Belisarius Kulesi

Gravür- Belisarius Kulesi

1790 tarihli bir seyahatnâme de, İstanbul’un 1784 yılındaki görüntüleri, bir şehir planı ve bir gravür aracılığı ile verilirken, planda üzerinde bir yapı olduğu halde “fanal” ibaresiyle küçük bir ada belirtilmiştir. İstanbul topografyası üzerine araştırmalarıyla tanınan  İnciciyan’ ın, 1800’lü yıllarda yazdığı ve daha sonra yayımlanmış notların da  Belisarius Kulesi hakkında şunları söylemiştir: “Vaktiyle denizin içinde bulunup bazı müelliflerin İmparator Justinyanos’un kumandanı Belisarius’un zikrettikleri kule, bugün Yenikapı’nın dış tarafındaki ekmekçi fırınının arkasında bulunmaktadır. Burası vaktiyle geniş bir körfezdi, fakat Sultan III. Mustafa zamanında Laleli Camii’nin inşası sırasında çıkarılan toprak ve iri taşlar oraya dökülmüş ve meydana gelen arsa, iskân yeri olarak Hristiyanlara satılmıştır. Mezkûr kuleye hâlen Papaz Kulesi denir. Çünkü, sahil doldurulmadan evvel bazı Ermeni papazları Patrik David zamanında (1639-1643) bu kulenin yanında denizde boğulmuşlardı”

Zaman içinde kulenin, darphane, baruthane, hapishane olarak kullanılmış olduğu; yıllar içinde bakımsızlıktan, büyük depremlerle ağır hasar almış olduğu, tren yolunun yapılması için dolgu çalışmaları sırasında da tamamen ortadan kaldırılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Kule bu güne ulaşabilse, İstanbul için ikinci bir Kız Kulesi konumunda olacak ve iki kule karşılıklı olarak oldukça güzel bir siluet oluşturacaktı.

Not: Hocam Selçuk Mülayim’in bu konuyla ilgili daha detaylı yazısını, Belisarius Kulesi adı altında Dergipark dan indirip okuyabilirsiniz. Ayrıca kendisinin kuleyle ilgili tüm bilgileri ve gravürleri birleştirerek çizdiği kulenin görüntüsü de aşağıdadır.

Belisarius Kulesi

Selçuk Mülayim- Belisarius Kulesi

NURGÜL DURU

PARÇALANMAK/ TOPARLANMAK/ DAĞILMAK

PARÇALANMAK – TAKVİM YAPRAKLARI

Takvim yaprağına kilitlenmiş öylece bakıyordu adam. Elinde, dumanı tüten sütlü kahve fincanı olduğu halde gözleriyle bir yaprağın üzerindeki rakama, bir ayın ismine bakıp tekrar tekrar okuyordu. Avuç içindeki sızıyla birden kendine gelir gibi oldu. Kahvenin sıcaklığı artık fincanı delip avuç içini yakmaya başlamıştı ki, bu durum adamın kilitlenen gözlerini takvim yaprağından ayırmaya anca yetmişti. Derin bir nefes çekti önce, sonra fincanı diğer eline geçirdi. ‘’Sensiz bir doğum günü daha. Nice senelere!  Bizsiz daha kaç sene? İnşallah mutlusundur, tek tesellim bu olur çünkü’’ dedi adam. Pencereye doğru yürüdü camdan dışarı baktı. Güneş yavaşça, ipeksi ışınlarıyla şehrin çatılarını okşayarak ilerliyordu. Şehrin yarısı ışıltıya kavuşmuş, diğer yarısı henüz bundan sebeplenememiş olmasına rağmen diğer tarafın yansımasıyla yeni günü kutlamaya başlamıştı. Önündeki şehrin bölünmüşlüğü gibi insanlarda, hayatta, zamanda bölünmüştü. Yaşam bölünerek çoğalıyordu sanki , bölerek kendi rüştünü ispat ediyordu. ‘’Senle bende böyle bölündük işte’’ dedi adam. ‘’ Ben buradayım, sen bir yerlerde. Ben geçmişte kaldım, sen belki anı yaşıyorsun. Yaşam her şeyi parçalamayı başarıyor maharetle ama bir tek sana karşı olan duygularımı parçalayamadı’’ diye ilave etti adam. Sonra koltuğa oturdu, fincanından bir yudum kahve aldı ağzına. Birden yutmadı, ağzının içinde döndürdüğü kahveyle damağını ve avurt içlerini ısıttı. Sonra yutkundu. Bakışları tekrar takvime doğru hücuma geçti. Uzun uzun seyretti yine.  Seyrettiği takvimin yaprağı değil de, o tarihte doğan kadının sanki gözleriydi.

cümlealem


‘’Yine bir şeyler karalayacağım, belli oldu. Zaten yazmakla geçiyor ömrüm; parça parça duyguların parça parça ifadeleri yine parçalanmış yazılarla her biri bir yerde kâğıtçıklar da. Sonra içinden; niye bunlar bir yerlerde, niye hepsini toparlamıyorum? diye geçirdi. Bir gün karşılaşırsam ve bu emanetlerini verecek olsam nasıl vereceğim parça pinçik şekilde. Niye şimdiye kadar düşünmedim ki bunu? Hatta hepsini bir kitap gibi toplasam ve sana ulaştırabilecek birine teslim edip okumanı sağlasam. Yok ya olmaz öyle! dedi. Kahveden bir yudum daha çekti, kahve ılımaya başlamıştı onu fark etti. Tekrar düşününce bu duyguların kendisinde kalması gerektiğine dair mantıklı tek bir açıklama bulamadı. Yıllardır ben bu yükü çekiyorum artık emanet sahibine geçsin, birazda o bu yükle yaşasın! dedi. Hemen doğruldu, evin içinde, kütüphanede, çekmecelerde, kutuların içinde, bilgisayarda ne kadar yazılmış ve kayıtlı metinler varsa onları toparlamaya başladı. Biraz uzun sürebilirdi ama en azından bugünün sonuna kadar bunları önünde topluca görmek istiyordu. Öyle de oldu. Bütün hepsini sehpanın üzerinde topladığına kanaat getirdiğinde şehrin karşı kıyılarında günbatımının turuncu ışıkları evlerin pencerelerini birer kuyumcu vitrinine döndürmüştü bile.

ZEYNEB TONBUŞ

İKİLEM

 

NEDENLİ VE NEDENSİZ NE VARSA!

Kalplerimize fiyonkları takıyoruz, süslüyoruz onları. Her daim hediye paketi gibi, şık ve açılmaya, meraka hazır hale getiriyoruz.

Hiçbir şey olmamış gibi kırgınlıklarımız görünmesin istiyoruz. Görüntü önemli çünkü, açık vermemeliyiz, en hassas duygularımızın sığındığı mağaraları kimse keşfetmemeli!

Kalp kırgınlıklarımız ile ilgili o beni üzdü demiyoruz o benim kalbimi kırdı diyemiyoruz. O kişi,o kişiler, kimse, belki de hep aklıyoruz onları en son noktaya kadar sabır taşlarımızı deniyoruz.

Desek bile içimizden en ücra köşeyi seçip bunu tekrarlıyoruz. Neden peki? Bizi sevmeyen, kendini daha çok seven  ya da bizlere, bizim onlara verdiğimiz değeri vermeyen insanlara neden kalplerimizi açıyoruz?

Bir de o kalpleri süslüyoruz, püslüyoruz paket yapıp al bakalım bu benim kalbim şimdi sıra sende , kalbi mi tüm güzelliklerimi paketledim avucuna bırakıyorum diyoruz…




Neden bu kötülüğü yapıyoruz?

Kendimizi yenilemişken belki de bir çok tecrübemiz varken neden güveniyoruz? Tekrar tekrar bunu kendimize neden yapıyoruz?

Sınırlarımızı çizmişken neden birilerinin var olması, var olmaması kadar üzmüyor? Evet evet doğru okudunuz bazılarının hayatımızda varlıkları daha fazla üzüyor bizleri.

Bizler bağlandığımızı düşünüyoruz belki de, canlı yada cansız varlıklar aslında kural hepsi için geçerli bağımlılık ve bağlılık ikisinin arasında çok ince bir çizgi var.




Bizler çoğu zaman o ince çizgi de gidip geliyoruz …

Bağlılık karşında ki kişiye duyduğun saygı ve sevgi bütünü oluşan tüm duygular.

Bağımlılık ise çok farklı bir şey, insanı hastalıklı düşüncelere sevk eden, kişinin kalbini, beynini hastalandıran bir hal.

Hayat boyu onlarla var olduğumuz ve bir olduğumuz için şükrede bilen kişilerle olmak bizlere iyi gelecek ve bizleri dönüştürebilecek yegane sebep.

Varlığına şükrettiğimiz ve varlığımıza şükreden kişilerle olmak dileğiyle…

ŞÜHEDANUR TAŞKIRAN

ÜNLEM

Kütüphanenin her zaman ki,  fincanda kalmış kahve telvesi gibi hissedilen, baskın eski kitap kokusundan ayrı bir kokuyla bezenmiş bir farklılığı vardı bugün. Kokunun sebebini bulmak için, başını kütüphane memuresinin olduğu tarafa çevirdi şair. Masanın üzerinde her zamankinden farklı olarak, İznik çinisi ile nakışlanmış bir vazo ve kocaman bir buket yasemin çiçeği olduğunu görünce kütüphane havasını değiştiren, güzelleştiren sebebi bulmuştu. Yaseminlere bakarken gülümsediğini fark etti. Tam gözlerini onlardan çevirip işine odaklanacaktı ki; koca buket yaseminin ardından memure hanım başını kaldırıp, kendini gösterdi. Bir anda iki kişinin gözleri birbirine kilitlendi. İkisi  de başlarıyla selamlaştılar. Memure hanım tekrar önüne dönüp işine devam etti. Şair ise hala ona ve yaseminlere bakıyordu. Memure hanımda aynı yaseminler gibiydi, beyaz gömlek ve sarı hırkasıyla yaseminlerle ikiz kardeş gibi oturuyorlardı masada. Memure hanım üzerinde ki bakışları hissetmiş olacak ki tekrar başını kaldırıp şaire baktı, hisleri yanılmamıştı, bakışlar üzerindeydi. Şair bakışlarını artık çevirmesi gerektiğini düşünüyor ama çeviremiyordu. Buraya defalarca gelmiş, defalarca bu hanımla sohbet etmişti ama sanki bugün ki kadın başka bir kadındı. Bu derece güzel olduğunu hiç fark etmemişti. Yaseminlerin kokusu beni etkiledi herhalde diye geçirdi içinden. Ve bu düşünce ile sanki büyü bozuldu ve bakışlarını ayırıp, önünde ki kitaplara odaklanmak için yönünü çevirdi.
Yıllardır şiir yazıyor, birçok şiir kitabını sevenleriyle buluşturuyordu. Ama bu sefer bir roman için hazırlanıyordu. Hem araştırma yapmak, hem de kütüphane ortamının verdiği dinginlikten faydalanmak için birkaç haftadır buraya geliyordu. İlk geldiği günden beride kütüphane memuresi ile samimiyet kurmuştu. Bu şekilde hem ulaşmak istediği kitaplara daha kolay ulaşıyor hem de kütüphane içindeki gençlerin sayısının çokluğundan mütevellit, azınlıkta kalan bu ikili birbirlerini yakın ve müttefik görüyorlardı. Öğle saatlerinde kapının önünden geçen simitçiden birkaç kere simit alan şair, memure hanımla çay ve simit eşliğinde kapının önünde gündelik olaylardan çokça muhabbette etmişlerdi. Ama bu samimiyet ve muhabbete karşılık hiç bir vakit, bu hanım , gözüne bu derece güzel gözükmemişti. Önündeki kitaplardan küçük kağıtlara notlar alıyor, sonra kağıtlarda ki notları okuyor ve niye notları aldığına anlam veremiyor, üzerlerini kalemle karalıyordu. Görünen çalıştığı idi ama aklını bu çalışmaya veremiyordu.

Ne kadar süre geçtiğini bilemeden yazdı, karaladı tekrar yazdı bir şeyler. Birden omzunda bir ağırlık hissetti başını çevirdi. Omzunda ki ağırlık memure hanımın eliydi. Kısık bir sesle, çok gömülmüşsünüz notlara, çay molası verin isterseniz! dedi memure hanım. mermi gibi fırladı yerinden, sandalyenin döşemenin üzerinde çıkardığı korkunç sesle yaptığı hareketin pişmanlığını hissetti. Memure hanım hafifçe gülümsedi. Birlikte çay makinasının önüne yürüdüler ve çaylarını alıp kapı önüne çıktılar.

Şair biraz heyecandan, biraz ne yapacağını bilemediği için hemen bir sigara yaktı. Memure hanım onu seyrediyordu, bunun farkında olan şair göz göze gelmek için can çekişirken bir taraftan da bakışlarını kadına çevirmemek için kendini sıkıyordu. Bugün biraz tuhafsınız dedi; kadın. Şair; bilmem, aynıyım halbuki! dedi. Bana öyle geldi herhalde; dedi kadın. Kadın her zaman ki gibi günlük mevzulardan konuşuyordu, şair onu dinlermiş gibi yapıyordu ama yaptığı tek şey kadının gözlerine kilitlenip bakmaktı. Asıl bugün farklı olan sensin; demek istiyordu. Amam söyleyemiyordu. karşısında ki kadın sanki başka bir dilden konuşuyormuş gibi hiçbir dediğini anlamıyor sadece sesler duyuyordu. Kadının jest ve mimiklerinden bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu. Kadının ne anlattığını anlamak için daha bir kilitleniyordu gözlerine, dudaklarına, mimiklerine ve kilitlendikçe daha bir anlamsızlaşıyordu sözler, hareketler, dünya. Şair gözlerini dikmiş kadını çözmeye çalışıyordu. Kadın hem bu ilgiden rahatsız olmuş  hem de yıllar sonra birinin böyle sıcak ve derin bakmasından gizli bir memnuniyet duymuştu. Ama bir şekilde bu anı bu havayı dağıtmalıydı.
Hayat, kocaman bir ünlem koymuş iki kaşınızın ortasına; karşınızdakilere, bu adamın söyleyecekleri , bildirecekleri var diyor adeta. Size de, duygularını içinde tutma mimiklerin değil sözlerin buluşsun günışığıyla demiş; sanki, dedi kadın.
Şair, hiç beklemediği bu sözler karşısında lal oldu. Kışın kendini korumak için her türlü yaşamsal faaliyetlerini durduran ağaç kurbağası gibi nefesini, kalp atışını, duygu ve düşüncelerini birkaç saniyeliğine dondurdu, kaldı. Kadın şairin bakışlarını üzerinden dağıtmak için sözleri seçerek konuşmuştu ama bu işe yaramamış üstelik şairin gözlerini gözlerine mıhlamıştı. İyi misiniz? dedi, kadın.

Şair bir komut beklercesine sıçradı, bu tek soru kelimesiyle. İyiyim diyemedi ama sadece bakışlarını ayırdı kadından. İçeriye doğru bakarak, koridorda gezdirdi bakışlarını, bir kaçış tabelası arıyordu, bulamıyordu. Sonra koridorun duvarındaki aynayı ve aynadaki aksini keşfetti. Kendine baktı. Yüzüne. İki kaşının arasına. Kadının söylediği ünlem işaretine. Aşağı yukarı yirmi küsur senedir o ünlem işareti gibi derin çizgi oradaydı, her aynaya bakışında görüyordu ama onu ünlem olarak düşünmemişti. Üstelik cümle işçisi olmasına rağmen. Kelimelerden ve noktalama işaretlerinden dünyalar kurup, dünyalar yıkmasına rağmen o çizgiye ünlem gözüyle bakmamıştı.
Yere düşürdü bakışlarını. Kadın tekrar sordu, iyi misiniz? Yerden bakışlarını kaldırmadan kafasını evet anlamında salladı ve hiçbir şey demeden arkasını dönüp kütüphaneden çıkmak için kapıya kadar yürüdü, sonra durdu, bedeni bir an önce gitmek için telaş içinde-  ve şair tarafından kabul görmüşken bu eylem- ardında ruhunun kaldığını fark etti. Onun yetişmesini bekledi. Ruhsuz bir şekilde buradan çıkmak istemiyordu.
Kadın onu izliyordu, adamın bile sonradan fark ettiği her şeyi o da yaşıyor gibi hissediyordu. Tek ruh iki beden gibi odada dikiliyorlardı.
Beden ,dedi kadın; ruha dünya üzerinde açılan bir penceredir. Dünya serüveni bitince bu pencere kapanır, başka bir âlemde başka bir pencere ile bakarız kendi ruhumuza. Zamanla eskiyen her pencere gibi tutukluk yapar, gıcırdar, kapatmaya çalışırsın geri teper, kilit tutmaz, kirlenir, paslanır belki de çatlar. Ruhla hemhal olmanı engeller bunlar. Durup ,ona ulaşmamızı engelleyen ne var diye bakmak beklemek iyi gelir. Sonra yavaşça gelir, bedeni kucaklar ruh. İçin bir anda temiz, kuvvetli bir hava girmiş gibi hoplar, ılık ılık şelaleler dökülür gövdene. Anlam veremezsin ne olduğuna. İşte ruh tekrar sana yetişmiştir o zaman. Sonra sustu. Adam kadının anlattıklarını bedeninde hissediyordu. Şaşırmıştı şaşırmaması gerektiğini düşünürken. Birden gövdesi ısındı bacaklarına can geldi, adım attı. ”Selametle ” diyebildi sadece ardına bakmadan. Kadın hiç bir kelimeyi günışığına bırakmadı. Selametle dedi içinden, selametle.

ZEYNEB TONBUŞ